Mayıs 25, 2006

Iti an comagi hazirla

Ozgecim sormus 'iti an comagi hazirla mi yoksa iyi insan lafin ustune mi gelir'
Birazcik atasozlerimizi inceleyelim.

Bir elin nesi var iki elin sesi var.
Kurda sormuslar 'neden ensen kalin?' 'Yalniz calisirim da ondan' demis.

Bekarlik sultanliktir.
Evlilikte keramet vardir.

Sakla samani gelir zamani.
Kefenin cebi yok.

Damlaya damlaya gol olur.
Tasima suyuyla degirmen donmez.

Yani goruldugu uzere atasozlerimiz tam 'duruma gore' soylenen seyler. Bir durum sonucunda atasozunu hatirlayip 'aa bak buna benzedi' filan diyebiliriz. O yuzden gordugumuz kisiye gore uygun atasozunu belirtebiliriz.

Tabi son bir haftadir sadece rastlayip hic konusmadigin bir insan olarak ben burada kendi acimdan dogru cevabi biliyorum. (bknz: baslik)

Rutkay Aziz konusuna gelince o adam Macar asilli oldugu icin once soyadini sonra adini yazmis zamaninda oyunculuk secmelerinde. Akabinde oyle de kalmis, yapismis, bir daha da cikaramamistir. Kizi hakkinda bir sey diyemiyorum cunku tanimiyorum. Belki o da 'Rutkay Doga ile Ozgur Willy' filminde oynatilma tehlikesi yuzunden degistirmistir adini.

Mayıs 20, 2006

Hokkabazlık

İki yaz önce Ferit Kanada'ya gitmişti. Oradan da hatıra niyetine bana tanesi 1 Kanada Doları'ndan 3 tane hack-sack denen örgü toplardan getirmişti. Tabi benim nasıl bir insan olduğumu bilen Ferit toplarla fazla uğraşmayacağımı tahmin etmişti. Halbuki ben kendi kendime çevirmesini öğrenmeye başlamıştım. Tabi fazla ilerleyemiyordum. Sonra Mete'de bana bildiği kadarını öğretmeye başladı. 2-3 hafta içinde öğrendim 3 topla cascade yapmayı. Bu arada varyasyonlar deniyorduk -ki bunlar şimdi gözüme çok komik geliyor. Mesela ilk iki topu aynı anda atıp çevirmeye başlamak gibi. Aslında o zamanlar bizim için çok önemli hareketlerdi. Sonra yazın Mersin'e tatile gittiğimizde paslaşmaya başlamıştık. 40 derecede kıçımızdan terler aka aka çözmüştük olayı. Tabi oldukça sancılıydı. İlk başta topları çapraz atıyorduk birbirimize, sonra şöyle bir diyalog oldu:

- Mete lan, şimdi bu topları biz çapraz atıyoruz ve bunlar birbirlerine çarpıyorlar ya
- Eee
- Diyorum ki bunları düz atsak
- Lan olur mu öyle şey, gerizekalı
- Ya evet haklısın, saçmaladım, pardon

Sonra kalbim kırılması diye bir denedik, ne görelim, böyle atmamız gerekiyormuş.

Sonra Adana'ya döndüğümüz de Mete'ye bir arkadaşı bir juggling seti getirmişti. İçinde toptan başka diabolo da vardı. Tabi cahil gençleriz, diaboloyu ne yapacağımızı bilmiyoruz, ipin üstünde bir türlü denge de tutamıyoruz. Biraz daha sıkı olması lazım ki ipin üstünde dursun... Sonra bu bozuk diye karara vardık. İstanbul'a dönüp internetten baktığımız zaman ise diabolonun dönmesi gerektiğini öğrendik. O dönecek ki ataleti artsın (inertia'nın türkçesi bu muydu ya?)

Yani demek istediğim çok büyük salaklıklar yapmış, kimsenin bize öğretmemiş olmasına rağmen (çünkü etrafta kimse yok bu işten anlayan) el yordamıyla bu işleri öğrendik.

( ya şimdi saçmalayacağım ama ya nedir bu hâl, sürekli el yordamıyla, deneye deneye öğrenmek hayatın bir çok aşamasında?)

İstanbul'a döndükten sonra ben tabi gevşedim biraz. Ama Mete durmadı, çok da iyi etti... Ve en sonunda 99 dereceden 100'e geçmemizi sağlayan hareketi yani "Mills' Mess"i öğrendi. O günü unutamam. Sabah Matrix dersi için Hisar'dayken Mete heyecanlı heyecanlı gelip bize gösterdi. Diğer hareketleri de yapabileceğimizi kanıtladı bize. Ondan sonra zaten ipin ucu kaçtı...

Okulda perşembe günleri çimlerde takılmaya başladık. Bir çok insana top çevirmesini, kendisine irmik ve balondan nasıl top yapacağını öğrettik. Poi yapımına da el attı bizimkiler. Kendin yap, hep beraber oynayalım felsefesindeydik. Kulup kuralım geyikleri çıktı ama kabul etmedik, hokkabazlık anarşist bir eylem :) Bir mail grubu da kurduk. Yahoogroups!'ta "yavşaklar" adı altında. Yaratıcılık ve Şaklabanlık grubu. Başlangıçta sadece bizim okuldan insanlar vardı, şu anda ise Galatasaray Üniversitesi'nden de hokkabazlar da var...


Şimdi gelelim bir insan niye bunu yapar. Sebep? sorusunun cevabına.

Öncelikle bu işi yapmak sebebin kendisi. Bu yüzden daha önemli bir sebep yoktur. Ama bir kaç şey daha sayalım.

Bir kere çok eğlenceli. Ayrıca sosyal bir etkinlik. Ama en önemli ikinci sebep hokkabazlıkla bedeninize hükmetmeyi veya kullandığınız alete göre ona boyun eğmeyi öğreniyorsunuz. Poi veya staff çevirirken onları istediği şekilde davranmazsanız hiçbir şey yapmamazsınız. Önemli olan onlar dönerken o enerjiyi yönlendirebilmek. Top çevirirken ise daha özgürsünüz ama.

Bedene hakimiyet elbette ruh ile oluyor. Doğal olarak da bir ruh-beden koordinasyonu da sağlanıyor hokkabazlık yaparken.

Mayıs 14, 2006

Kelebekler Vadisi'nde Sıkılır Mıyız?

Efendim ben gittiğim zaman kimse yoktu. Hatta o kadar azdılar ki kalma fiyatı geçen sene (sezonda) 20 lirayken şu anda (2 hafta once) 15 lira. Az kişinin olduğu yerde de rahatsızlık çıkma olasılığı azalıyor tabi. Sanmıyorum ki soyunsanız rahatsız edenler olsun. Eden olursa döversiniz zaten...

Sıkılıp sıkılmama konusuna gelince ise valla ben kelebeklerde oldukça sıkılıyorum. Yani oraya gidenlerle yıldızım pek barışmadı. Dışa dönük içe kapanık bir insan olmamın etkisi var sanırım ya da eğlenmeyi pek bilmeyen bir insanım...

Kaybolan Sanat Eserleri

Yukarıdaki hikaye ile eserlerin nasıl kaybolabileceğiyle ilgili fikirlerimi paylaştım. Eserlerin nasıl bulundukları ise ya tesadüf eseri ya da arkeolojik diyebileceğimiz çalışmaların ürünü... Mendelssohn'un bir arkadaşının kasaba gidişi ve kasabın et sarmak için kullandığı nota kağıtlarını farkedip bunu arkadaşına götürüp onun incelemeleri sonucu eserlerin Bach'a ait olduğunun bulunması aşkın tesadüfleri sevdiğinin bir göstergesi. Yalnız et sarmak için kullanılacak Bach notaları günümüze kadar ulaşmışken Beethoven'in bir piyano sonatı bir aşk hikayesi yüzünden bir kasada yıllarca kalmış hala açılmayı bekliyor olabilir.

Mesela van Gogh'un bilmem ne tablosu bulunmuş diye haberler çıkıyor. Aslında tablo zaten senelerdir bir yerde duruyor ancak ressamının kim olduğu bilinmiyor. Sonra bir tesadüf eseri biri görüyor ve bunun önemli bir ressamın olacağını düşünerek (daha doğrusu umarak) tabloyu uzmanlara götürüyor. Samanlıktan 10 liraya alıncak tablo van Gogh'un olduğuna karar verildikten sonra ise paha biçilemiyor.

Ne kadar eserin kaybolduğuyla ilgili bir veri bulmak, bir hesap yapmak oldukça zor. O yüzden kaçta kaçının bulunduğuyla ilgili... Kayıt altına alınmasıyla her şeyin bunların kaybolma riskleri azalmış durumda. Ama imkansız diye bir şey yoktur. Mesela bir gün gelecek yayınlamadığım ama bilgisayarımda kayıtlı şeyler bulunacak filan. (Douglas Adams'da olmuştu böyle bir şey.)
Ama artık çok geç olmuş olacak :p

Mayıs 10, 2006

Kaybolan Sanat Eserleri I-II

I

Max yaşadığı kasabanın postacısı olmakla övünürdü. Düşensenize o olmasa mektuplar yerlerine ulaşamayacak ve iletişimsizlik yüzünden kasabanın dışarıyla ilişkisi bozulacak, belki devlet gelir yol yapar ya da binlerce göçmen alır. Ancak Max yaşıyor ve mektuplar yerine ulaştıkça böyle sorunların çıkması uzak bir ihtimal. Max'in yaşadığı yerde erkek sayısı az, çoğu savaşa gitti, pek azı geri döndü. Doğuştan çürük olduğu için postacının gitmesine gerek yoktu. Besleyecek ya da yaralanırsa tedavi edecek bir can için oldukça değersizdi. Topal Max bir kişinin 2 saatte dağıtabileceği postayı 7 saatte dağıtır böylece işini yaparken sıkılmazdı. İş zamanı günde 5 saat boş vakit bir Alman için oldukça zorlayıcı olabilir tabi...

Frederik yaşadığı kasabanın kasabı olmakla övünürdü. Düşünsenize o olmasa hayvanların kesimi yapılamayacak ve kasabanın çocukları gerekli proteinleri alamayacakları için hastalıklı böyüyecekler. Ancak Fred yaşıyor ve etler kesiliyor düzgün bir şekilde. Fred'in yaşadığı yerde erkek sayısı az, çoğu savaşa gitti, pek azı geri döndü. Çürük olduğu için kasabın gitmesine gerek yoktu. Besleyecek ya da yaralanırsa tedavi edecek bir can için oldukça değersizdi. Tek kollu doğan Max bir kişinin 7 saatte kesebileceği eti 2 saatte keser ve böylece işini çabuk bitirir karısının kollarına atardı kendisini.

Fred'in karısı bir İtalyan. Herhalde bazen kollarına atlayın erkeğin de kol'lar'ı olması gerektiğini düşündüğü için Postacı'yla yatıyor. Bir ayaktan feda ediyor ama olsun. Manina kör. Doğuştan. Postacı'yla ilişkileri ise kör topal ilerliyor.

Ludwig bir müzisyen. Onun özrü doğuştan değil. Kimisine göre küçükken babasından yediği dayaklar yüzünden, kimine göre ise kendiliğinden sağır olmuş.
Kendini çok kaybediyor. Hakim olamıyor notalara olduğu kadar... Ayrıca çok içiyor. Kör kütük sarhoş oluyor ve bir gün Manina'yla karşılaşıyor...

II

Ludwig Manina'yi gorur gormez vuruluyor. Herkese ayni numarayi ceken muzisyen kizi ' gel sana bir sonat yazayim' diye avliyor. Saf, gozu acilmamis Manina ise Ludwig'in bu oltasina geliyor ve bir gun Manina'nin annesi pazara gittiginde bunlar samanlikta isi pisiriyorlar. Ludwig ise halinden memnun olarak ona temize cekmeye usendigi (cekse ne olur cekmese ne olur degil mi? ) bes-on sayfalik notalari veriyor.

Ama ustune adini yazmiyor ne olur ne olmaz diye Ludwig. Bilse aslinda bu yaptigi (ya da yapmadigi) sey icin onlarca insan kafa yoracak hatta bununla ilgili uydurma bir hikayeyi utanmaz bir sekilde yazacak... Sanirim yapmazdi.

Manina'ya kaldigimiz yerden devam edelim. Duygusal bir firtana yasamasini beklerken o sanki hicbir sey olmamis gibi samanliktan cikip evine yol aliyor. O sirada biri Manina'ya yaklasiyor. Tahmin edebileceginiz gibi bu bisikletli kisi Max. Max ile Manina biraz konusuyorlar ve ertesi gun icin sozlesiyorlar.

Bu arada unuttugumuz kasabimiz ise kendi halinde islerini bitirmis ve calgici arkadasi Johann ile derin bir muhabbete dalmistir. Fred her ne kadar kan kokan bir adam olsa da sanattan, sanatcidan anlayan onlara deger veren bir insandir. O yuzden zaten Johann krallar gibi yasarken Ludwig ekmegini tastan cikariyor. Zaten zamaninda Ludwig Johann'a demisti ' Bizim yildizimiz barismaz sen kasabin muzisyenisin oysa ben kendimin.' Lafi uzatmayalim ve aralarindaki diyalogu aktaralim:

- Demek havadan sudan eserler vermemi istemiyorsun.

- Aynen

- Ama, ama...

- Ben senin insanlari tocatlayici eserler verebilmeni isterdim.

- Ama sayin Kasabim siz nasil istiyorsaniz ben zaten oyle yapiyorum. Her hafta sizin icin ozel bir
eser sunuyorum. Komsu kasabalar arasinda en uretken muzisyene sahip kasap sizsiniz.

- Yahu Johanncigim ben senin kendi icinden gelen seyleri yapmani istiyorum. Ama en ufak bir yol gosterisimi sen bir emir olarak algilayip ona gore davraniyorsun. Dolayisiyla kendimle bir celiski icine sokuyorsun. Sana ' benim istedigim gibi muzik yapma' diyemem ki, paradoks icine cekiyorsun beni...

- Peki efendim dediklerinize uygun bir seyler yapmak istiyorum ancak lutfen begenmediklerinizi alip yagli kagit olarak kullanmayiniz.

- Johann Sebastian bah bana biraz, senin dilin cok uzadi. Amazonla yarisir hale geldin muzisyen parcasi!

- Efendim ama siz de hic yardimci olmuyorsunuz

- Sus la! Bak senin yerine baskasini alirim. Ulan saatci getirseydim Isvicre'den benim icin daha hayirli olurdu. Zaten ben senin bir sanatci olduguna inanmiyorum ya, neyse...

- Tamam efendim, elimden geleni yapacagim ve size her hafta iki tane orijinal eser sunacagim

- Iyi edersin!

Johann pilini pirtini toplayip oradan uzaklasirken Fred Ludwig'e rastlar...

- Ooo kimler gelmis kasabamiza, bu serefi neye borcluyuz Efendim?
- (karina)
- Efendim?
- Uzun yuruyusler benim icin cok iyi, dagda bayirda, Almanya'nin ve Avrupa'nin merkezinde dolasmak zihnimi aciyor. Hem buralarda fazla durmayacagim, Viyana'dan cagirdilar beni, ben de son demlerimi yasiyorum vatanimda Sayin Kasap.
- Ne guzel ne guzel... Tabi vatan hasreti zor gelecektir ilerde bir gun. Eger donmeyi dusunurseniz sizi kasabamizin mizakasinin basinda gormek bizim icin buyuk bir sereftir!
- Teklifiniz icin tesekkur ederim ama sanirim gerkcekte beni taniyor musunuz? Tanisaydiniz sizin kan kokan paranizin bana bir sey ifade etmeyecegini de biliyor olurdunuz. Ben kendi basima yazarim, kendim icin yazarim...
- Ne guzel ne guzel... Ben de tam boyle birisini ariyordum.
- Efendim?
- Pardon, yuksek sesle tekrarlayayim, unutmusum iyi duyamadiginizi. Ben de sizin gibi bir insani ariyorum.
- Arayin tabi. Arayin... Ozur diliyorum son otobusu yakalamam gerekiyor. Size ve konusan fabrikaniz Johann'a en derin sevgilerimi iletirim...

Mayıs 06, 2006

Nudist

Nudist sormuş nudist'i yanlış kullanıp kullanmadığımı...

Efenim nudist İngilizceden dilimize geçmiş, geçmekte olan bir kelime. O sebeple çıplakçı demek ne kadar doğru bilmiyorum.

İngilizce kısmını bırakıp Türkçe'ye çıplakçı diye çevirsek bile bu onun anlamının "çıplaklara bakmayı seven kişi" olduğunu göstermez. Basit bir örnek verirsek "kaleci" kale yapan, ya da kale satan kişi anlamına değil onu koruyan (ya da Hayrettin Demirbaş örneğinde olduğu üzere onun önünde duran) kişi anlamına gelmektedir.

Adama niye bakmadığıma gelince onu buraya yazmak çoook uzun sürer. O kadar yerim yok malesef ;-)

Karakutu

Özgeciim sormuş, neden uçaklar karakutu malzemesinden yapılmıyor diye...

Şöyle yanıtlayalım kara kutu malzemesinden yapılmış bir asansör olsun. O yere çakılınca ölür müyüz? Ölürüz çünkü etki eşittir tepki... Niitun mekaniği...

Yalnız ilginç bir bilgi vereyim (benim için tabi) bu kara kutu dediğimiz şeyler aslında siyah değil. İlk duyduğumda aldatılmış hissetmiştim kendimi...

Mayıs 03, 2006

Almanca Merakı

Übamenş sormuş nereden geliyor Almanca merakı diye… Bir Untermensch olarak yanıtlayayım. Efenim benim okuduğum ortaokul ve lise maalesef Almanca eğitimi veriyordu ve ben inatla öğrenmeye çalışmasam da süper mükemmel daşş gibi Alman hocalarımız sayesinde biraz bi kulak aşinalığı kazandık zamanında. Tabi kendisinin de oldukça yetkin bir dil oluşu da bunda etkili oldu sanırım.

Güneydeki ismini bilmediğin oyuncaklar ise top, diabolo, staff ve poi. Uzakta durmaya gerek yok. Giriş parası olarak 100 yuro verdikten sonra bizle takılabilirsin :))

Altıncı His

Fethiye'den dial-up'la bağlanıp soruları cevaplandırıyorum. Dial-up olduğu için sesim pek iyi gelmiyor olabilir ama ben gene de konuşacağım.

Jove Hanım sormuşlar altıncı his var mıdır diye… Dersen olur. Bu kadar basit aslında. Beş duyuya inanıyoruz da altıncısına niye inanmayalım. Ben olsam diğerlerini sorgulardım. Hepsi elektrik sinyalleri olarak beynimize gelip orada işlenen şeyler…

Altıncı his diye bir film vardı bi de Burus Vils'in oynadığı… (filmi izlemeyenler okumasın) Onunla ilgili bir spoil hikayesi var. Biri daha önce filmi izlemis iki kişi film hakkında konuşurken bir yerde "ya Bruce Willis da ölüyor filmde" deyince diğeri "yaa niye filmin sonunu" diye hayıflanmış. Bizim adam ise "yok yahu filmin sonunda değil başında ölüyor" diyerek gönlümde taht kurmuştu…

Caiz olup olmadığına şu örnekten yola çıkıp cevap vermeye çalışayım. Saatlerin ileri alındığı gün 1.30'da bir adamı öldürürseniz ve yakalanırsanız ceza alır mısınız?