Aralık 10, 2006

Ölüm

Sartre kardeşimiz sormuş, teşekkür ederim.


Sartre: Yakında öleceğini bildiğimiz biri için hem yakında öleceği için hem de öldükten sonra öldüğü için ve bunun yanında da bu konuda bir şey yapmayı başaramadığımız için üzülmek ne kadar mantıklıdır?

Sartre: Ya da ölüme mantıkla yaklaşabilir miyiz? Yoksa, ölüm de aşk gibi mantık dışı bir tuzak mıdır?

Sartre: Bu bağlamda askerlik, ölüm ve aşk arasında bir bağlantı kurmak bizi yeterince eğlendirebilir mi? Gülmenin hafifliği ölümün ağırlığını bastırabilir mi?

Sartre: Son olarak: Ölüm sonrası helva yememiz hazımsızlığımıza dünyevi bir çözüm aramamızdan mıdır?

Her soruya bir sıra numarası vereyim ve 1. soruyla başlayayım.

1.
Üzülmek kesinlikle mantıksız değildir, çünkü ölümün mantıkla bir ilgisi yoktur. Eğer zaten yapabileceğimiz bir şey olsaydı ve bunu yapmayıp birisini ölüme yollaydıysak hissedeceğimiz en insani duygu pişmanlık olurdu. Ölen birisinin ardından pişmanlık duymadığımız sürece üzülmek en normal en sağlıklı tepkidir. Üzülmek veya üzülmemek zaten kontrol altında tutabildiğimiz bir şey değil. Giden kişinin arkasından seviniyorsanız vardır bir şey...
2.
Ölümün tuzak olmadığını bilen canlıların hepsinin soyu tükenmiş durumda. (eğer olmuş olsa bile) Hepimiz biliyoruz bir gün öleceğimizi. Mutlak gerçektir. Bundan daha ciddi bir şey yoktur. Hayata sıkı sıkıya sarılmamızın, bu dünyaya çivi çakmaya çalışmamızın sebebidir bir gün öleceğimizi bilmenin getirdiği yük. Aşk'la ölüm arasında kurabildiğim tek bağlantı ikisinin de körlüğü yol açması biri kalıcı biri geçici. Tabi ölümün nasıl bir duygu olduğunu bilmemizin bir yolu yok, başka ortak noktalar da olabilir ama aşk bitince de hayat bitince de huzur içinde olmayı hak etmeyen kimse yoktur bu dünyada.
3.
Ölümün ağırlığını hiçbir şey hafifletemez. Kimse onunla baş edemez. Biraz geciktirmek mümkün ama kesin sonuçtan kaçış kesinlikle yoktur. Unutmak işe yarayabilir ama geçici olacak tabi, her zaman ölüm ensemize soğuk soğuk üflemeye devam edecektir.
4.
Helva yapılır hemen kolayca, anında, şeker var içinde, glikoz, temek besin kaynağımız. Yaşamımızı sürdürmeye devam ediyoruz.

Kasım 26, 2006

Hugo'nun da Tolga Abi'nin de

pınar: ?


“?” Victor Hugo’nun yayıncısına yolladığı mektuptur. Victor Hugo, sadece soru işaretinden oluşan bu mektubunda Sefiller’in satış durumunun nasıl gittiğini sormak istemiştir. Victor Hugo’nun yayıncısı mektubun anlamını şıp diye çözmüş, “vallahi çok süper gidiyor Victor, eline sağlık” anlamına gelen “!” şeklindeki cevabını yollamıştır. Bu iki mektup, dünyanın en kısa mektupları olarak tarihe geçmiştir.

Kitaplarda yazan tarih böyledir evet. Ama işin aslı pek öyle değildir. Victor Hugo’nun yayıncısı gelen mektuba çok bozulmuş, koskoca edebiyatçının mektubunda iki kelime yazmayıp sadece soru işareti yollamasını kendisine yedirememiştir. Yıllar süren dostluk, Victor Hugo’nun mektubu yüzünden bozulmuş ama Victor Hugo’nun yayıncısı ağzını bozmamıştır. İçinden geçenleri cevabına yansıtmamış, sadece sonundaki ünlem işaretini Victor Hugo’ya yollamıştır. Verilen cevap “Satışlar çok iyi gidiyor!” anlamına değil “Al bunu alamaz mısın? Sen ne biçim delikanlısın!” anlamına gelmektedir.

Artizm

pınar: soru 1: artis nedir/kimdir? 2: artiz nedir/kimdir? 3: bu ikisi arasındaki fark nedir? 4: bu site neden benim sorularıma cevap vermiyor?


Cevap 1: Artis; taksim bostancı dolmuşlarının kalktığı yerde, iki dolmuş sırasının arasına girip, “Ziverbey’den!”, “Sahilden!” şeklinde bağıran, bir yandan da sigara içip, ilginç el kol hareketleri yapan insanlara denir. Bununla beraber, yurdumuzun çeşitli bölgelerinde, mahalle maçlarında bileklerine fazlasıyla hâkim olmanın verdiği güvenle şahsi oynayan kişilere de artis denir. Kavgada söylenmez, bloglarda bir ihtimal.

Cevap 2: Artiz; içtimaya güneş gözlüğüyle katılan, işi gücü zevzeklik olan tiplere verilen addır. Ayrıca, Demet Akbağ ile Yasemin Yalçın’ın tek yumurta ikizlerini oynadığı “Artiz Mektebi” isimli tiyatro oyununda da kullanılmış bir kelimedir. Bunların dışında ilköğretim çağındaki sıpaların “hişt artiz!...sana demedim tipsiz!” şeklinde yaptıkları gereksizliğin mezesidir.

Cevap 3: Bu ikisi arasındaki fark yaklaşık 22 milimetredir. İhmal edilebilir bir farktır. Gözde çok büyütmemek gerekir.

Cevap 4: Sitenin soruya cevap vermemesi gayet olağan bir durumdur. Haber değeri taşıyan şey, sitenin sorulara cevap vermesidir. Site insan mıdır yahu soruya cevap versin. Hâşâ! Sorulara geç cevap verilmesi, sitedeki üşengeçler yüzündendir.

Kasım 21, 2006

Benzeri Yerler

koray: hep size sorulacak degil ya; bazen bize de soruluyor ama yetkili cevap mercii olarak sizi gordugumdendir ben de size sormak istiyorum bize istanbul'dan Tt_Adsl_Alcatel Dinamik_gay uzerinden baglanara gelen arkadasimizn sorusunu: "Okulda ve benzeri yerlerdeki hak ve sorumluluklarimiz nelerdir" denmis. Buyrun. (ben de kisisel olarak 'benzeri yerler' nedir onu merak ettim)


Efendim öncelikle böyle bir soru sorduğu için koray arkadaşımı, ağbimi, düğünümde göbek atacak kişiyi tebrik etmek isterim. yahu 1 aydır cevabını arıyorum harıl harıl bulamadım. Yani bulamamıştım. Akıllı okuyucular bulduğumu anlayacaklardır.

Okuldaki haklarımız iyi bir eğitim ve öğretim almak, tenefüslerde çişe gitmek, pazartesi ve cumaları istiklal marşını söylemekten ibarettir. Arkadaş da edinebilir hatta onlarla konuşabiliriz. Hocalarımızla dalga geçip geçemeyeceğimiz pek ayrıntılı belirtilmemiştir ama geçmemekte fayda var. Hocalarımız onlar, saygı göstermeliyiz.

Sorumluluklarımıza gelince; vatana millete hayırlı evlatlar gibi davranmalı, ev ödevlerimizi yapmalı, dersleri takip etmeli, etütlere (varsa) katılmalıyız. Ayrıca yapmamamız gereken sorumluluklarımız da vardır: kendimizden küçükleri dövmekten kaçınmalı, kız arkadaşlarımızı taciz etmemeli, erkek arkadaşlarımızı da elletmemeliyiz. Orası ilim yurdu, irfan yurdu. Perdeleri söküp hayaletçilik oynamalı, sigara içmemeli, alkol kullanmamalıyız. Küçüklere sevgiyle, büyüklere saygıyla yaklaşmalıyız. Kavga etmemeli, ağzımızdan kötü sözcükleri uzak tutmalıyız. Kopya çekmemeli, başkasının ödevininden kendi ödevimizi yapmamalıyız.


"Okul ve benzeri yerler" denmiş. Benzeri yerler her türlü eğitim ve öğretim yerini kastediyor. Hapishane ve askeriyeyi de sayabiliriz bunların arasında. Tabi ülkemizde cinsel eğitim yetersizliği söz konusu olduğundan bir çok insan cinselliği başka yerlerde hızlandırılmış kurslarla da öğreniyor (şimdi isim vermeyeyim), orasını da "benzeri yer" kapsamında değerlendirmek mümkündür.

Ekim 09, 2006

Sabah Şekerleri

Alx: rutubetlenmiş şekeri eski haline döndürmek mümkün müdür? Yoksa atalım mı?

Rutubetlenmiş şekeri eski haline döndürmek mümkündür. İstedikten sonra her şey mümkündür. Önemli olan niyettir.

Cevabı tam randımanlı verebilmek için öncelikle şekerin eski haline karar vermek gerek. Eski halinden kasıt rutubetsiz hali ise, işiniz çok kolay. Yok, eğer eski halinden kasıt pancar hali ise, işiniz daha da kolay. İkisinin de nasıl gerçekleştirilebileceğini en ince ayrıntılarıyla anlatacağım.

Rutubetlenmiş şekeri rutubetsiz haline döndürmek için birkaç yol mevcuttur. Genel olarak amaç, şekeri daha sonra ayrılabilecek şekilde, nemi çeken bir gıda maddesiyle karıştırmaktır. Bunlardan en uygunları ekmek ve pirinçtir. Serilmiş şekerin üstüne konulan ekmek dilimi şekerin nemini alır. Pirinç de şekerle karıştırılınca nemi gayet güzel toplar. Şekerle pirinci ayırma işlemi, uygun bir süzgeç veya çelik gibi sağlam sinirlere sahip bir vatandaş vasıtasıyla yapılabilir.

Rutubetlenmiş şekeri şeker pancarına çevirmenin yolları ise çok çok daha kolaydır. Bütün bu yolları, tam bu anda trt fm’den canlı olarak dinleyebilirsiniz.

Rutubetlenmiş şekeri atmanın kime ne faydası olur onu bilemem. Sert değil ki atınca can yaksın. Rutubetlenmiş şekeri atmayın, çocuklar şeker de yiyebilsinler.

Ekim 03, 2006

Ayşe'nin Çocukları (Soru)

buket: ayse`nin 3 cocugu var. yaslarinin carpimi 36, yaslarinin toplami ayse`nin kapi numarasi. ve son olarak en kucuk cocugu kizi. Cocuklarin yaslari kactir sizce evren beyim : )

diye sorulmuş.

Öncelikle "yanlış sorularınızı itinayla doğru yanıtlayan" sitemiz bu soruyu düzelterek cevaplamayı boynumuzun borcu olarak bilir.

Soru şöyle:

Ayşe: Benim üç çocuğum var ve bunların yaşlarının çarpımı 36 ediyor.
Ben: Güzel ama bu soruyu çözmeme yetmez.
Ayşe: Aynı zamanda yaşlarının toplamı bizim evin kapı numarasına eşit. Biliyorsun değil mi kaç olduğunu.
Ben: Evet biliyorum ama bu gene yeterli gelmedi.
Ayşe: Tamam o zaman, 3. ve son ipucunu veriyorum: En küçük çocuğum bir kız.
Ben: Hah, buldum şimdi!!!!

Soru: Ayşe'nin çocuklarının yaşları nedir?

Şimdilik sadece soruyu düzeltelim. Sonra cevaplarım eğer okuyuculardan biri bulamazsa.


İpucu: Buket'in sorduğu haliyle tartışmaya açık bir soru. İki soru arasındaki farkı düşünmek yardımcı olabilir.

"Kim?"lik

klipır love: (kayıt) kütüğüyle kafa kağıdı aynı şey midir? insanın kimliğini belirleyen nedir?

Kayıt kütüğü ile kafa kağıdı aynı şey değildir. Kayıt kütüğü, birçok kayıtın toplandığı bir kütüktür. Bu kayıtların nüfusla ilgili olmasına gerek yoktur. Kayıt edilebilir bilgiler olması yeterlidir. Nüfus kütüğü ise ailenin, eşin, dostun her türlü doğum, ölüm, evlenme, boşanma, çocuğu koyma türü eylemlerinin kaydedildiği kütüktür.

Kafa kağıdı, nüfus cüzdanıdır. Mavi ve pembe renkte olabilen; T.C. kimlik no, soyadı, adı, baba adı, ana adı, doğum yeri, doğum tarihi, medeni hali, dini, kan grubu, il, ilçesi mahalle-köy, cilt no, aile sıra no, sıra no, verildiği yer, veriliş nedeni, kayıt no, veriliş tarihi ve önceki soyadı haneleri olan; PVC kaplı; kimlik de denilen bir belgedir. Ehliyet alındığı zaman otoritesi sarsılır ama cüzdanın reisi hep kafa kağıdıdır.

Her ne kadar kafa kağıdına kimlik dense de, insanın kimliğini kafa kağıdı belirlemez. Kafa kağıdı, bir belgeden, formaliteden fazlası değildir.

İnsanın kimliğini belirleyen, genleri ve çevresidir. Anneden ve babadan gelen genler, mutasyonlarla çeşitlenerek insanın hammaddesini oluşturur. Geçen yıllar boyunca sosyal çevre bu hammaddeye şekil verir. Genlere yontulmamış taş, sosyal çevreye ise heykeltıraş gözüyle bakılabilir. Genler, taşın renk, sertlik, esneklik, kırılganlık gibi özelliklerini belirlerken; sosyal çevre, heykeltıraşın ustalığını, zevkini, elinin hafifliğini temsil eder.

Heykeltıraş ilk yıllarda sadece anne babadır. Bu durum, dolaylı olarak gebelik süresiyle de ilgilidir. Yanlışlıkla belgesel izleyenler bile görmüşlerdir: Yeni doğan bir canlının ilk derdi ayakları üzerinde durabilmektir. Bunu başarabilirse yaşama şansı olur. Kanguru yavruları doğduklarında parmak kadardırlar. Bu halleriyle bile annelerinin vücutlarından ayrılmadan kesenin girişine kadar tırmanırlar ve kendilerini içeri atarlar. Bu sırada anne kanguru yavrulara yardımcı olmaz, onları keseye sürüklemez ya da işlerini kolaylaştırmak için amuda kalkmaz. İnsan yavrusu böyle değildir. Güçsüzdür, bakıma muhtaçtır. Annesinden kopmamak için arada köprü bile kurmuştur. İnsanın gebelik süresinin kısalığı, doğan yavrunun ayakları üzerinde duramayacak, kendini besleyemeyecek kadar zayıf ve aciz olmasının sebebidir. İşte bu yüzden, insan, doğduğu andan itibaren ilgi görmeye, bir nevi yontulmaya başlar. Buna muhtaçtır. İlk yıllar bu yontma işleminin en çok olduğu, taşın ciddi anlamda şekil almaya başladığı zamanlardır. Genlerin anne babadan geldiği de hatırlanırsa, kimliğin aslında büyük ölçüde anne baba tarafından ortaya çıkarıldığı görülebilir. Ailesiz ya da aileden uzak büyümek, kimlik üzerinde ailenin etkisini azaltsa da asla bu etki yok sayılamaz.

Yıllar geçtikçe heykeltıraşa yeni kollar eklenir. Eş, dost, hısım, akraba, arkadaşlar, eğitimciler “insan” şeklindeki kollardır. Öte yandan, okunanlar, dinlenenler, izlenenler, tadılanlar, hissedilenler de yontma işlemine katkıda bulunan tecrübelerdir. Bu tecrübelerle, insan kendi kendini bazen cillop gibi yontarken bazen bunu beceremez.

Yontma işlemini kararında bırakmak gerekir. Fazla yontmamak heykeli ham bırakır, köşeleri sivri olur, çevresine batar. Yıllar geçtikçe yontmak zorlaştığından, belli bir süre sonra yontmaya çalışmak zor olur, acı verir. Gereğinden fazla yontmak ise heykeli zayıflatır. Ufak rüzgarlarda bile devrilebilecek hale getirir. Heykelin en iç kısımları sıvıdır. İnsanın değil en yakınına, çoğu zaman kendisine bile itiraf etmediği, edemediği en pis, aşağılık, hastalıklı düşünceleri bu sıvının içindedir. Sıvının dışarı sızmaya başlaması büyük tehlikedir. Bu tip bir çatlak kolay kolay kapatılamaz. Fazla yontmanın bir riski de budur.

İnsanın “kim”liğini, özünü aldığı anne babası ve ona şekil veren çevresi belirler. İnsanın “kim?” olduğu yıllar süren bir şekil verme işlemi sonucu ortaya çıkar ve bu sorunun sabit bir cevabı yoktur.

Ekim 01, 2006

Überseksüellik -ve kısmen trend dediğimiz şey- hakkında

"Bu yeni überseksüel diye bişi çıktı. Daha önce de kısaca değinmiştiniz. Biraz daha açıklayıcı bir cevap verebilir misiniz? Kimler Überseksüeldir? Überseksüel olmak için ne yapılmalıdır?"
diye sorulmuş...

Evvela sözcüğümüzün etimolojik kökenine bakalım... ama hiç gerek yok zira überseksüel gayet açık bir laf. Überseksüellik fenomeninin ortaya çıkışına baktığımızda "post-metroseksüalizm"e dikkat etmek gerekiyor. Bilindiği gibi ilk olarak "metroseksüel" denen bir takım adamlar, bu isimlendirme sayesinde kendi varoluşlarına görsel bir anlam kazandırma imkanı buldu. Ve hatta zamanla bu adamlar bir metroseksüalizm ideolojisi suretinde yüceltildiler. Ancak "piyasa ekonomisi herkesin mutluluğunu ister !" ve birilerinin metroseksüellik adı altında başkalarına nazaran fazla prim yapması, o başkalarını mutsuz ettiğinden piyasa ekonomisi tüm überkahramanlığını takınıp bu boynubüküklere "überseksüel"lik şerefini bahşetti.

Bu noktada Marian Salzman adlı trendspotter -hatta trendgoddess- The Future of Men adlı başyapıtıyla überseksüel kavramını yaratarak, metroseksüelliğin psikolojik gazabından bunalan bünyelere çare oldu. Ancak şunu da itiraf etmek gerekir ki "überseksüellik" aslında 5 gram akla sahip olan ve bu 5 gram aklını trendsetterlığa vakfetmiş herkesin uydurabileceği bir laf.
Peki ya kimdir überseksüel? (soruyla heyecanlı bir geçiş filan)

Überseksüellik kavramı ABD'de doğduğu için konuyla ilgili pek tuttuğum bu tanımı İngilizce vermekte (Urban dictionary'den namussuz bi intihal yapmakta) mahsur görmüyorum: "Ubersexual is a male who is similar to a metrosexual but displays the traditional manly qualities such as confidence, strength, and class - leaving no doubt as to his sexual orientation" (Bilhassa Türkçe'ye çevirmiyorum. Nitekim Türkçe'nin, trendleri algılatmamaktaki yetersizliği hepimizce malum) Meselenin özünde, metroseksüellikten gelenekçi ve klasik erkeğe doğru yaklaşan bir adam tanımlama isteği yatıyor. Bunda başlıca kaygı da muhtemelen meteroseksüelliğin içinde fazlaca yer alan "homoseksüellik şüphesi"ni bertaraf etmek.

Überseksüel'in gözümüzde canlanması için çabalayan Sayın Salzman'ın, geçtiğimiz ayarda Türkiye'ye gelip kendi elceğizleriyle "überseksüel" seçtiğini müjdelemek istiyorum. Kendisi Cem Boyner, Beyaz ve Rutkay Aziz'i de içeren bi Türk überseksüeller listesi yapmış. (Fakat listede Nihat Doğan yokmuş. Üzülmesin yakında onu da içeren yeni bir kavram ortaya atılır.)

Gelelim überseksüel olmak için ne yapmak gerektiğine... Hiçbir şey. Çünkü bir adam ya überseksüeldir ya da değildir. Değilse de üzülmesin çünkü yakında onun da "vay be tam da benden bahsediyor" diyeceği yeni bir kavram ortaya atılır. Kapitalizm, bu gibi mevzularda, müritlerini çaresiz bırakmayacak kadar bonkördür.

Eylül 27, 2006

Gerçeklik Duygusu

Searle: dış dünyanın gerçekliğinden emin olamadığımıza göre ne yapsak yeri midir?

diye sormuş...

Öncelikle çok teşekkür ediyorum, siz sormasaydınız ben yanıtlayacaktım. Şimdi bu gerçeklik dediğimiz şey.. Ehem.. Iıı, ben bu soruya evde bakayım, çok kolay bir yolu olmalı. (vakit kazanmak için yapılan öğretmen ayakları...) Neyse hep beraber düşünelim. Böleyim, parçalayayım özünden uzaklaştırıp öyle yanıtlayayım...

Öncelikle bırakın dış dünyayı, kendimizin gerçekliğinden bile şüphe etmemiz gerekiyor. Fransız bir yüzbaşı (ya da neyse artık, ben ona yüzbaşılığı yakıştırdım) buradan yola çıkıyor. Nereye vardığı çok önemli değil ama gerçeklikten, varlıktan emin olabilmemiz için bir şeye inanıyor olmamız gerekiyor. Daha önceleri on binlerce kez söylediğim gibi bilim dahi "gerçeklik" hakkında konuşmaz, onu felsefenin sınırları içinde bırakarak yoluna daha güvenilir ve emin adımlarla devam eder...

"Gerçeklik nedir?" sorusuna yanıtım yok benim, başkalarının varsa bile bu elbet bir yerde takılıp kalmaya mahkumdur. Felsefeciler bu konu hakkında düşünüyorlar(dı), naçizane fikrim ise anca düşünerek bu yolda ilerleyebileceğimizdir. Bunun sebebi "akıl"a verilen önemdir. Sonuçta akıl değil midir bize bir çok sorunun cevabını veren... Tabi ne de olsa başlangıç noktamız olan akıl yanında bir çok problem de getirmektedir. Ama salak değiliz, bunun farkındayız. Sonuçta yaptığımız olabildiğince gerçeğe yakın bir tanım yapmak. Zaten hapsolduğumuz bu üç boyut içinde oldukça ilerlediğimizi söyleyebilirim insanlık olarak. Ayrıca her zaman bir hata payı vardır ve bunun böyle olacağını Schrödinger'in Kedisi'nin sahibi ispatlamıştı. (evet çarpıttım, bilimsel bir gerçeği bağlamı dışında kullandım, özür dilerim) Ayrıca aklı kullanarak yapacağımız her açıklama da akıl konusunda bize yanlış bilgiler verme ihtimalini yüzde yüz taşıdığı için zaten ohohoho... Uğraş babam dur. (evet tekrar çarpıttım, matematiksel bir kanıtı Gödel'i mezarında ağlatacak kadar yanlış uyguladım, ikinci kez özür dilemek anlamsız)

Soruya geleyim bu kadar bik bikten sonra izninizle. Öncelikle emin olmamız gerekmiyor. Şöyle ya da böyle bir şeyler biliyoruz. Emin olma konusu zaten başlı başına bir problem. Yere bıraktığımız kalemin düşeceğinden emin olamayız. Deneyin görün... Kalem düşerse şanşlısınız demektir. Bunu ben değil fizik bilimi ve olasılık söylüyor. Yarın öbür gün tavana çarparsa da şaşırmayın sonra...

Geriye ne kaldı? Ne yapsak yeri mi? Değil malesef. Ahlak dediğimiz (kimilerine göre ahlaksızlık olan kavram) kavram burada devreye giriyor. Değişik ahlak görüşleri, anlayışları var elbette ama hepsinin temel noktası zorunlusu olmadığımız durumlardaki davranışlarımızı belirlemek. Mesela sorumluluk böyle bir şey. Sorumsuzluğun bir cezası yoktur çünkü sorumlu olmamız için genel geçer bir zorunluluk yoktur. Eğer sorumsuzluğumuz dolayı bir şey olursa cezalandırır bizi yargı. ( Nobel ödülü kazanan matematikçiler gibi, onlar da matematikte attığı adımlardan değil de bunların ekonomiye, fiziğe vs katkısı oldursa anca nobel ödülü alıyorlar - hem de kendi uğraşları adına değil uygulamanın olduğu dalların adına...)

Ne yapsak yeri değildir, olamaz zaten. Bilmemek de mazeret olamaz. 30'lu yıllarda Nazi Partisine üye olup 45'ten sonra "ya biz bilmiyorduk bu katliamların yapıldığını, öyle olsa destek vermezdik" demek okkalasından bir "hassiktir ordan"ı beraberinde getirir. Bu yüzden dikkatli ve solduyulu davranmak gerekiyor. Gerçeğin ne oldu bilme! Kim biliyor ki zaten???

Eylül 24, 2006

Uzay Zaman

basilicum: büyücüler, sihirbazlar ve cadılar nerede yaşar?

diye sormuş...

Öncelikle üzülerek söylemeliyim büyücü ve cadı diye bir şey gerçek dediğimiz o belirsiz kavram içinde yer bulamamış, henüz tanımlanamamış kavramlar. Ama sağolsun Engizisyon o kadar çok insanı işkenceden geçirip yaktı ki ortaçağ ve yeniçağda zaten olsalardı bile çoktan köklerine kibrit suyu dökülmüştü.

Büyücülük ve cadılık tüm Avrupa'yı kasıp kavuruyordu ancak nedense 1600'lü yılların başında aydınlanma hareketinin başladığı Hollanda'da son cadı yakıldı. Diğer ülkeler de bunu takip ettiler tabi dallama İngilizler 1830'a kadar devam etmişler. ( Yakıştıramadım onlara diyemem. )

Afrika'da Amerika'da büyücüler daha çok tıp ve din insanları olarak yaşamlarını sürdürüyor ve saygı görüyorlardı. Onların satrancında bizim Vezir, Avrupalıların Kraliçe dedikleri taş herhalde olsa olsa Büyücü olurdu...

Cadılara geri gelirsek onlarda cadı diye bir kavramın olduğunu sanmıyorum. Ünlü antropolog, yakın arkadaşım Jared Diamond'la yaptığımız muhabbetler sonucu öğrendim ki o uygarlıkların Şeytan pek işleri olmadığı için onun işbirlikçisi diye yaftalanan cadılar da kadro bulamamışlar ve bir cadılık müessesesi oluşmamış onlarda. Yukarı da belirttiğim gibi onlar aynı bokun lacivertine Büyücü deyip maaş bağlamışlar ehlileştirmişler.

Sihirbazlar ise her yerdeler, Claudia Schiffer'la yatağındaydı mesela biri uzun yıllar boyunca. Bir diğeri yıllarca Abdullah'ın yol arkadaşı oldu (bu arada günün bilgisi: Mandrake çizgi romanları aslında Abdullah'ın hikayeleridir nasıl Holmes'unkiler aslında Watson'ın hikayeleriyse...

Haftaya aynı gün aynı saatte tekrardan görüşmek üzere...
Howard Stern
Not: Howardcığıma çok teşekkür ederim bu zor günümüzde bize cevabıyla yardımcı olduğu için. Çok yaşa e mi?

Eylül 19, 2006

merak kimi(ni) öldürür, kimi(ni) ha böyle yapar

alx kişisi soruyor: muhterem hocam (teveccühünüz, teveccühünüz....) "Ya x-files da ki mulder a ne oldu? Çok merak ettim de..." beter pan kişisi yanıtlıyor: merak kediyi öldürür.

şimdi bu fox mulder abimiz aslen baba tarafından erzurum'lu olup tee 1894'te siyasi -yoksa dini miydi- nedenlerle abd'ye iltica etmiş. tabi o zamanlar dinle siyaset aynı kurum dahilinde. bunlar böyle uzaylıydı muzaylıydı çok meraklı bir aile... gökyüzünden gelenleri seyre dalıyormuş büyükdedesi. lakin bizim kalın kafalılar uzayda hikmet olabileceğini düşünememişler. köyde laf etmişler olmamış. hocaya yollamışlar yetmemiş... en sonunda cinciye yollamışlar dede mulder'ı. cinci zincirlemelerini söylemiş. meğer cin girmiş buna. bak bak bak... dede mulder'ı kim amerika'ya yollamış bilin bakalım...

mulder adı da aslında köyde bunların lakabı olan "mundargiller"den geliyor. (bana da iyi saatte olsunlar söylemedi.) bunlar amerika'ya yerleşince adlarını "mulder"a çevirmişler. abd'de rémy mulder adını alan büyükdede remzi mundargil bir dükkan açıp arkasındaki odada gg-78 teleskobuna eklediği o560 watts'lık edison mumla(n) eski ilişkilerini sürdürmüş.

neyse... bilmemkaçıncı nesil erkek torunu, ailenin -kayıtdışı sektörler nedeniyle- bağlarını koparamadığı erzurum'daki -tavukların belalısı- tilkilerden esinlenmesi sonucu "fox" adını almış ve yükseklisansı bitirdikten sonra -halaoğlunun torpiliyle- efbiayda işe girmiş. sonrası bildiğiniz hikaye...

-

yakın zamanda torun murdar kayboldu -diye manşet bile atamadı gazeteler. çünkü zaten paranoid-şizofrenik bir tip olduğunu söylüyor efbiay'daki mesai arkadaşları -hele de gözü yaşlı lavuklusu scully ki o da aslen sicilya kökenlidir ve benim bi arkadaşımın yengesinin teyzesinin halaoğlunun karısının anneannesinin teyzesinin torununun anne tarafından kuzenidir. murdaroğlu fox mulder o hüzünlü bakışlarıyla tefekküre dalmışken ücretli emekten informel sektöre kayıtsız ama sabunlanmış bir geçiş yaptı. "şimdi adını ağzına alan olmayacak. ama murdaroğlu fox mulder'ı merak ediyorsanız sayın alx, gündoğumunda saat 324.78.6540987 ile 314.71.45876 arası gözüken gri güneşi arayın. o size oradan el sallıyor olacak" diyor skulli efbiay duvar gazetesine bıraktığı yavru keçilere aile aradığı ilanda.

Eylül 15, 2006

SUPERMAN/UBERMENSCH üzerine

"süpermen niçin süperdir?"
diye sorulmuş...

Nietzsche, wille zur macht (güç iradesi) kavramını şekillendirerek hem felsefesinin -kendisinden sonra gelenlerce- en çok dikkat çekici bulunan kısmını oluşturmuş hem de kendi nazarındaki üstünlük tasarımını ortaya koymuştur. ÜBERMENSCH –üst(ün)insan- her türlü zaruretten arınmış, hiçbir şeyi ters-yüz veya başaşağı etmekten çekinmeyen insandır.

Nietzsche’den 30/40 yıl sonra –yine Almanya’da- bu sefer “güzeller güzeli, sapsarı ve atletik bir ulus” daha da kusursuzlaşmak için -kendine taparak- küllerinden yeniden doğma çalışmalarına başladı. Almanlar, Nazi ülküsü etrafında, bir dönemlik şuur kaybını; ezilmişliklerine tercih ederek bir nevi ÜBERNATION inşa etmeye çalıştı. (Oldu mu? Olmadı… Olsun.)

Keza 1930’larda Atlantik’in öbür yakasında mavi streç giysisi ve kırmızı donuyla merdane bir yiğit, mavi gözlerini dünyaya açtı. SUPERMAN, modern dünyada üst(ün)insan tasarımlarının en ilginç ve en başarılılarından biriydi. Bir kere bu dünyanın dışındandı. İnsanları, onu bu denli uzun ömürlü kılmaya iten en önemli faktörlerden biri de belki buydu. SUPERMAN ne Alman, ne Amerikalı –ve tabii ki- ne de Türktü. Herkesin bağrına basabileceği bir tür Noel Baba’ydı. Gücünün sınırları, insan hayalgücünün sınırlarından ibaretti. Mesela eskiden uçamazdı, sonra uçabilir oldu filan. Ama tabii insanoğlu, bu ulvi güce dahi sınır koymak adına o “malum taş”ı akıl etmiştir. SUPERMAN süper olmakla birlikte sınırsız bir güç sahibi değildir. (Olur mu öyle şey zaten)

Tabii bir de ÜBERSEKSÜELLİK var ki, Nihat Doğan derim başka bir şey demem. Zira Nihat Doğan bu Überlik mevzularında hakkaniyet aramaya gerek olmadığının kanıtı. Nihat Doğan ÜBERSEKSÜEL’se, SUPERMAN UBERMENSCH’miş çok mu?

Uzun lafın kısası her şey adlandırmada bitiyor. (NOMİNALİZM’e bayılırız) Bunca yıldır Süper denmiş, öyle kabul edilmiş. Süpermiş değilmiş sorgulamamak gerek. Nitekim SUPERMAN, ACTIONMAN, BARBIE filan kapitalizmin kült isimleri. Sorgulamayıp, inanmaya iştirak etmek lazım…

Eylül 13, 2006

nominalizm ölmedi -mi acaba? (ek)

Öncelikle isim verme meselesinin kendini kanıtlama, popüler isim verilmesi ve de kültürel isimlerin verilmesi dışında bir de temenni bazlı ve de duyulmadık marjinal bir isim vereyim yavruma, çocuğum pırıl pırıl parlasın kalabalığın ortasında, hayatında çekmediği kalmasın garip gurup ismi yüzünden evladımın anafikirli isimler var, onlara da değinmek gerekir. Ha bir de canım memleketime mahsus bir "Satılmış" vakıası var, ona da kulaktan dolma bilgilerimle bir açıklama getirivereyim.

Temenni bazlı olanlarda genellikle Muzaffer, Başar, Hidayet, Aslan, Kaplan, Panter (Emel) gibi isimlerin olması şaşırtıcı değil tabi. Bu kategori arada kültürel/siyasi alanla da kaynaşıp Barış gibi isimler de üretebiliyor, iyi de oluyor. (Tabi Savaş gibi bir ismi de hangi eşek koyar çocuğuna hala anlayamıyorum, öyle boş boş bakıyorum)

Değişik isim verme meselesinin temelinde ise sadist ana babalar, dedeler, büyük dedeler yatıyor kesinlikle. Zamanında çocuğunun ömrü boyunca eziyet çekmesini isteyip de bir türlü ne yapacağını bilemeyen, şaşkınlıktan kıvranan ebeveynlere ilaç gibi gelmiştir sanırım bu isim verme yöntemi. Magnezyum, (yine siyasiye göz kırpan, hatta göz kırpmak ne el sallayan) Fidel, Alken (sevgili lise son kimya hocama saygıyla), Baldudak, Dududil, Moon Unit, Dweezil, Ahmet Emuukha Rodan, Nadir Sungurtekin (soyadla birleşince bambaşka bir güzelliğe bürünüyor ama afişe etmemek lazım pek) hep böyle güzel, böyle nadide, böyle sapıkça isimler.

Bir de Satılmış fenomeni var ki, sanıldığının aksine bir önceki kategoriye ucundan da girmiyor; tamamen bağımsız sebeplerle çıkıyor karşımıza. Farklı farklı rivayetler var Satılmış isminin doğası hakkında; ama hepsi de şu kapıya çıkıyor: İsmi kötü olan insanın kaderi güzel olur, bir şekilde kötülüklere karşı korunur. Kutsal bilgi kaynağında da uzuuun uzun ve de şahane bir şekilde incelenmiş, benim de bir entrisinden çalıp çırpmamak için kendimi zor tuttuğum "Nomen est Omen" diyen latine kıyasla ne kadar farklı düşünme yöntemlerimiz olduğu da cascavlak çıktı sanırım ortaya bu örnekle.

İsimlerle daha yakinen ilgilenmek isteyen, meraklı ve araştırmacı gençleri de zevklere göre "Unomastica alla Turca" veya "Efendi" serisi de sanırım ancak paklar.

Marka Sevdası

Alx: bi de madem artık bu blogda 3 kontiribütör var, blogun adresi niye hala evrenesorun diye geçiyor? Yaratılmış bir markayı koruma çabası mıdır?

diye sormuş Alx...

Efenim böyle bir sorunumuz var; adres. Tek başımayken bir sorun yoktu. Ama sonra iki katılımcı olunca daha kollektif bir yapıya büründü. Blogun başlığını bu yüzden değiştirdim. Ama adresi değiştirmeyi düşünmüyorum, ne de olsa kim ölür kim kalır bilinmez. Benim olacağım kesin... Tabi bunun çok daha hain sebepleri var ama buradan söylenmez... Nedir onlar diye sormak anlamsız çünkü nedir, nelerdir vs yanlış sorular olacaktır ve yanlış sorular doğru yanıtlanmaz... (çelişkili açıklama )

Eylül 11, 2006

nominalizm ölmedi -mi acaba?

deryik kişisi sormuş: "kişiler ve isimleri arasında bi uyum mümkün mü, uyumsuz çiftler ismi unutmamıza yol açabilir mi? ne ömerler gördüm aslında birer berktiler." bence önemli bir noktaya parmak basarak iyi de etmiş. (dün barbutta kaybettiğim için, bu soruyu yanıtlamak derdinizin dermanı, merakından ölen kedileri bilem, sorularını yanıtlayarak dirilten klavyeşörlerden bendeniz nacizane beter pan kulunuza düştü. boynumuz kıldan incedir. zülfiyare dokunursak affola!...)

neyseciğime... bizim kovboy filmlerinde kızılderili olarak bildiğimiz (o toprakta kırmızı renk veren demir yerine başka bir şey -örn. krom- olaydı yüzlerine sürdükleri boyalardan ötürü "yeşilderililer" bile olabilirdi adları.) kuzey amerika yerlieri, doğan çocuğa geçici bir isim verip, daha sonra kullanacağı ismi, yetişkinliğe geçiş ayinleri olan erginleme ritüelleri sırasında delikanlının/genç kadının kişisel özelliklerine göre belirlerlermiş. işte tam da bu nedenle çılgın at, düşünceli kaya, dolunayda sallanan ağaç gibi isimler kullanılıyormuş. aynı şey, dünyadaki başka ilkel ya da (antropolocideki hocalarıma ayıp olmasın diye) -siyaseten doğru bir deyişle- sanayileşmemiş, küçük ölçekli, erken dönem toplumlar için de, bizim gibi gelişmekte olan bilmemkaç medeniyetin beşiği muhafazakar-milliyetçi toplumlar için de, sanayileşmiş sömürgeci kapitalist toplumlar için de, sosyaldemokrat neo-liberaller için de geçerli. yiğit, cesur, erkek, asker, yürekli, mert, doğru sözlü, cevval, güzel, adil, cabbar, hakkaniyetli ve bir sürü isim, kişizadelerin özelliklerine ya da olması istenen özellikler anlamına gelen isimler verilirmiş. sonracığıma gel zaman git zaman toplumlar kozmopolit bir nitelik taşımaya başlamış. ve isimler konusunda işin şirazesi çıkmış. adi, yoz bir herifçioğlunun adı "yozyürek" olacağına, "mert" olmuş, böylece kalakalmış. tabi isimler hep "iyi niyetle" konulduğu için iyi insanlara kötü isim verilmiyor da içleri ferah yaşayıp gidiyorlar.

tabi kültürlerarası iletişim meselesi de var: bizim gibi türk boyları islamı kabul edince, araplardan, farslardan etkilenince -yoksam sırada anglosaksonlarla frenkler mi var- onların isimlerini de kendilerince dönüştürüp kullanmaya başladılar. (bakınız muhammed isminin başına gelenlere... ahmed, ahmet, mahmud, muhammet, mahmut, memet, mehmed, mehmet... hep aynı ad!... oldu mu... beğendiniz mi yaptığınızı... ah ah...)

bir de popüler isimler var... artık her bir şeyciğimiz medya tarafından belirlendiği için, isimler de piyasaya -yoksa "ayağa" mı demeliydim- düştü... popüler bir isim sıklıkla kullanılır oldu. milliyetçi kişizadeler çocuklarına alpaslan, çağrı, asena ve bilumum dikkulak (mhp'li) isimleri koyarken, islami kesimde ömer, necmeddin, tayyip, muhammed, ibrahim gibi dini eğilimler taşıyan isimler, 68 ve 78'liler, emek, devrim, özgür, barış, ulaş, deniz gibi adlar, aleviler ise mahir, hüseyin, ali, aslan gibi adlar ve son olarak da pek modern kentli, üst gelir düzeyinden, kobi sahibi (uçtuk ya!...) hemşehrilerimiz, alp, berk, can, kutay gibi adları layık görüyorlar. (tabi çocuklara soran yok... otursunlar oturdukları yerde!...) anlayacağınız, isimlerde hakim paradigma -yoksam "trend" mi deseydim- belirleyici oluyor çoğunlukla. (öyledir öyle!...)

nominalizm, ortaçağ felsefesindeki "adcılık" anlamına gelen bir akım. kısaca, "eşek, eşek olduğu ona atfedildiği için eşektir; eşekliği ona atfedilen bir kurgudur" fikrini benimsiyor bu abiler. haksız da sayılmazlar bence... yoksa bizim kullandığımız isimlerle kişiliklerimiz genelde örtüşmediği için, şizofrenik (bölünmüş, parçalanmış) kişiliklerimiz olurdu. yaşadığımız küresel nevrotikler koğuşu, psikotikler koğuşuna dönerdi.

Eylül 06, 2006

Soracaksanız Adam Gibi (Mi?) Sorun

beter pan kirpisi: başlığa "adam" gibi sorun yazmışsınız. taptaze bir feminist olarak benim bir sorum olacak: "adam gibi" ifadesi cinsiyetçilik kokmuyor mu? yoksa cinsiyetçi misiniz? ha?... delikanlı adam feminist olur


Evren beyciğimin isteği üzerine kendi fikirlerimi yazıp çizeceğim bu konu üstüne. The Blind Watchmaker'ın başında Richard Dawkins ağabey bu kitapta ben man diyeceğim insan için ve de cinsel bir ayrımcılık yapmıyorum, aklıma da man diyince insanlık geliyor dese de kazın ayağı maalesef öyle değil. (Ki Richard'ıma bir mail atıp, madem aklına bunlar gelmiyo be ibiş, o zaman neden gittin kendini Brigths diye bir harekete verdin, umbrella term'dü, uplifting, şayane çağrışımlar yapan lafı alıverelim, toplum içindeki kötü bakışlardan kurtulalım, coşalım, kendimizden geçelim, yaşasın neolojizim diyorsun diye soracağım en kısa zamanda; akıllı tasarımcılara bile cevap verdiğine göre kesinlikle bana da verir, akıllı olur diye umut ediyorum.)

Lakin tabi man kelimesinin etkisi böyle direkt değil. Mesela bizim konumuzdaki mevzubahis adam gibi lafının içinde "Karı gibi (ağlama lan)" ya da ne bileyim "Mal bulmuş mağribi gibi" veyahut ecnebi dillerinden örnek vermek gerekirse "Philistinism" gibi ayrımcı (cinsiyetçi, ırkçı) bir anlam bulundurup bulundurmadığı bu kadar açık değil, barındırıyorsa da ilk örneğin tersi üzerinden barındıracağı açık yalnız.

Burda da zaten meselenin man'dan türediğini düşündükleri (Düşündükleri diyorum, çünkü böyle yapısal bir meseleyle uğraşıyorlarsa man lafının etimolojik olarak ilk önce cinsiyetsiz olduğunu da bilip, adımlarını ona göre atmaları gerekirdi sanki. Türkçe olsa hadi neyse, adamın kökü ademe, ordan da ibranice toprağa gidiyormuş. Yaratılıştı, topraktı, kaburgaydı mitlerini de zaten biliyoruz, daha fazla karıştırmaya gerek yok) woman'a takıp womyn gibi acaip şeyler uyduran muhtelif feminist hareketlerin dertlerinin tersine kelimenin ne çağrıştırıyor olduğunu düşünüyorum. Geçenlerde Evren'le de tesadüfen konuştuğumuz üzere benim aklıma (annemin de müdürlük yapmış olmasından kelli) müdür diyince şişman göbekli bir amca gelmiyor (Ama maalesef bilimadamı diyince Einstein tipli bir amca gözümde canlanıveriyor, kahrolsun steryotipler.); o yüzden müdire denmesini yadırgıyorum; fakat mesele de zaten bende nasıl bir çağrışım yaptığı değil, genel olarak nasıl bir çağrışım yapacağı, ayrımcılığa yol açıp açmayacağı.

Gördüğünüz üzere soruyu doğrudan cevaplamak yerine lafı dolaştırıp, karıştırıp duruyorum, şekilden şekile giriyorum; çünkü öyle kolaycacık, şakadanak verilebilecek bir cevabı yok bu sorunun. Açıkçası ben kendi adıma "adam gibi"yi öyle çok da ayrımcı görmüyorum, (Hem görüyorsanız daha bunun adamakıllısı var, hatta bir de tersine adam sen deciliği var, misogyny varsa misandry de var, Solanas var, varoğluvar.) biraz "politically correct" olma takıntısı gibi bile geliyor hatta; siz de kendi adınıza düşünün, kendi cevabınızı kendiniz bulun, hatta gelip burada söyleyin ki ne düşünüyorsunuz, görüş birliği var mıdır anlayalım. Ama aman dikkat edin yanlış düşünmeyin, adam gibi düşünün!

Bu uzun (ve de muhtemelen sıkıcı) cevabımın sonunda ise sorunun en sonundaki delikanlı adam kısmına dair bir iki kelam etmek, yaratıcı türk gencinin daha önce benzeri vecizeler bulduğunu hatırlatmak, ortak belleğimize kazımak gerekir diye düşündüm: İbne gibi gey değil, delikanlı gibi gay!

Ağustos 18, 2006

Versatil Kalem

skoer: hocam; gectigimiz donemlerde kucuk capli bir arastirma yapmis olmama ragmen 'versatil kalem' teknolojisi bulan zat-i muhtereme bir turlu ulasamadim. bu konuda bizleri aydinlatabilir misiniz?


Çeşitli ülkelerin patent arşivlerinde yaptığım saatlerce süren detaylı incelemeler ve de arşivlerde çalışan eş dost, hısım akraba sayesinde binbir güçlükle ulaştığım bilgilerden şunu hatırladım, nasıl olup da unuttuğuma hayret ettim:

Manyak ingilizlerin "Propelling Pencil" dedikleri bu çok yararlı aletin patenti ilk defa 1822 yılında, İngiltere'de, Sampson Mordan ve de John Isaac Hawkins isimli iki mahalle arkadaşım tarafından alınmış. Sonra mahallemizin teknolojik alandaki üstün ilerleyişini kıskanan komşu mahallelerin başı çektiği 160 patent daha alınmış bunu takip eden 50 yıl içinde.

Bundan sonraki gelişmeler fasa fiso ve de sadece teknoloji tarihi manyaklarının ilgisini çekecek şeyler oldukları için aktarmıyorum. Lakin Koç teknoloji müzeleri bu hızla çoğalmaya devam ederse yakında açılacak basmalı kalem müzesinde bu gelişimin bütün tarihini, kalemlerin de birer örneğiyle rahatlıkla öğrenebileceğinizi tahmin ediyorum.

Ağustos 17, 2006

Atasozu

Hani kucuk Gauss'un ogretmeni cocuklar oyalansin diye 1'den 100'e kadar olan sayilari toplasin demis ya, ben de ortaokuldayken Turkce hocalarimiz alin bir atasozu aciklayin derdi. Allahtan cin gibiyim, cok zekiyim, kim ugrasir bu sacma salak laflarla diye gittim Kadikoy'deki sahaflara olabildigine en eski kitabi buldum. Arif Hikmet Par'in kitabiydi, kendisini burada saygiyla anmak isterim, cok buyuk emegi gecmistir bana. Kitap eski, basim tarihi eski, ayrica kim nerden bulacak, zaten 30 kisiyiz, yarimizin okumasi yazmasi yok... Hoca atasozunu verdikce ben yapistiriyorum bir krose, hoca iki tane aciklayin diyor ben kombo cekiyorum. Tabi yaptigim sey pilacerizm sayilmaz, Coskun Sabah'in Mozart'la olan etkilesimi gibi ben de Sayin Par hocamdan esinleniyordum.

Simdi diyeceksiniz "lan sen ne namussuz adammissin divadeiwob" diye, yok valla, o kadar sacmalardim ki hoca bana "olmamis, iki kelimeyi bir araya getirememissin" derdi. Zaten ortaokulda sadece bir kere 85 almistim bir Turkce sinavinda, bir de Lise 3'te 5 geldi karneme o kadar, ozurluyum kisaca... Yazamasam da cok sey ogrendim o atasozlerinden. En onemli sey ise atasozlerinin cok sacma olduguydu. Surekli birbirleriyle celisiyorlardi, hepsi duruma gore soylenmis guzel sozlerdi o kadar. "Terzi kendi sokugunu dikemez" derler, "kelin merhemi olsa basina surerdi" demeyi de ihmal etmezler.

Cok uzattim, sadete geleyim:

joveblack: terzi kendi söküğünü neden dikemez?başkalarına iyiliği dokunan, kendine neden dokunamaz? divadeiwob?

Baskalarina iyiligi dokunan kisi en buyuk iyiligi kendisine yapmistir zaten... ...cunku yasam bir fasulye sirigi gibidir, degil mi?

Ağustos 10, 2006

Sozun Olmadigi Yer (ek)

Ben tabi Cem kardesim kadar entelektuel birikime sahip degilim ama ornegini verdigi latince sozun ben Turkce'sini biliyorum. Bazi baltik ulkelerinde boyle yaziyormus: "Burada Allah yok Peygamber tatilde" Fazla soz(!)e ne hacet!

Bu arada pek sevgili kuzenim John Fowles olmeden once bir kitabina soyle bir not dusmustu hatirim icin: Atasozleri kaypaktir, yalancidir, onlara inanmayin... Hep cift tarafli calisirlar...

Sözün Olmadığı Yer

beter pan: sayın hocam, "söz gümüşse sükut altındır" sözüne eleştirel bir bakış getirerek, sözün olmadığı yerde ne olduğu konusunda bizi aydınlatır mısınız...


Inde deus abest (Tanrı'nın olmadığı yer) yazmış eskiler zindanlarının kapısına, işkenceye götürülen insanların son umutlarını da ellerinden alıp, dımdızlak bırakmak için. Aslında bu "olmadığı yer" muhabbeti pek de bilinmeyen, yeni bir şey değil, insan illa bir şeylerin olmadığı bir yerler hayal ediyor, istiyor. Bu da kimisi için eşitsizliğin olmadığı yer, kimisi için çalışmanın olmadığı yer olabiliyor.

Tabi, olmayan şeyler her zaman Tanrı kadar dramatik ve etkileyici olmayabiliyor. Misal sözün olmadığı yerler nasıl yerlerdir, insan kurtlu olduğu için merak ediyor, yerinde duramıyor. Evren önceki soruda neden merak ettiğimiz konusunda bizi aydınlattığı için ben hemen yerlerin niteliğine geçmek istiyorum.

Zaten "Söz gümüşse sükut altındır." denerek bikbikbik konuşmamamız, haddimizi bilip yerimizde oturmamız konusunda atalarımız fikir birliğine varmışlar. O yüzden sözün olmadığı yerin atalarımız için daha da güzel, cennetvari bir ütopya olacağını düşünebiliriz. Hele hele sözlerin olmadığı yerde düşünmemizin de pek mümkün olmayacağına inananlardansak. Düşünsenize, konuşma yok, düşünme yok, muhalefet ya da farklılık yok; çevresel şartlar değişmediği sürece statükoyu bozacak, keyfimizi kaçıracak hiç bir şey yok. Karnımız tok, altımız kuru, mutlu mesut yaşayıp giden bir toplum oluruz.

Mutluyuz, mesuduz; aynı rutin şeyleri yapıyor, asgari çabayla hayatımızı idame ettiriyoruz. Bir gün, beş gün, on gün... Yetmedi bir yıl, beş yıl, on yıl, hep aynı şeyler, hep aynı rutin işler... Bu ahval ve şerait içinde sanırım karanlık nasıl ışığın olmadığı yer anlamında kullanılan bir kelimeyse, sözün olmadığı yer için de en uygun kelime cehennem olmalı.

Haziran 26, 2006

İnsanın Başına Ne Gelirse Meraktan Gelirmiş

cem: gecenlerde izledigim bi belgeselde bi amca merak etmiyorrsaniz, uzgunum siz insan degilsiniz diyodu, bana tersyuz edilmis bi laf gibi bu. insanlar neden merak eder?(rekursif soru)


"İnsan merak eden hayvandır" demişler. Bunun pek insanlar için geçerli olduğunu söyleyemeceğim. Bütün canlılarda merak vardır, hatta kediyi bile bu öldürür.

Düşünün, suda yaşıyorsunuz, ekmek elden su gölden, koskoca bir vücudunuz var su tarafından kaldırılan, ortamın sıcaklığı sabit, ayrıca yeteri kadar oksijen de var suda... Krallar gibi yaşıyorsunuz. Sonra bazıları merak ediyor, ulan bu taş toprak ne ayak, biraz takılalım orada diye...

Kolay değil tabi, orada ısı değişiklikleri çok yüksek, ayrıca nefes alamıyorsunuz, vücudu taşıyacak hiçbir şeyiniz yok. Saçma salak işler, yüz suyunda değil mi? Olmuyor ama, bu merak itekliyor canlıyı... Oldukça sancılı ve kayıplı süreçlerden sonra kara hayatına uyum gösterenler oluyor. Sonra oksijenli solunum, sıcakkanlılık, bacaklar, kollar, eller, oooo, bin dünya şey çıkıyor bu merakın sonucunda.

İşte en çok merak eden hayvan olarak evrim piramitinde şu sıralar insanı görüyoruz. O kadar meraklı ki Amerika'yı keşfediyor, uzaya gitmek için bir ton para harcıyor, 'lan bugün ne bulsak' diye işlemcilerini yakıyor...

Tabi kötü şeyler de başına geliyor. Misal dünya yuvarlak mı diye merak eden Macellan, 'yahu bu parlak şey neymiş" diye merak eden Curie'ler aklıma ilk gelen ilk iki örnek. Bunlar hayatlarıyla ödediler meraklarını.

Peki soruya gelelim, neden merak ediyoruz? Öncelikle sebep çevreyi tanımak için. Ne kadar iyi tanırsak kendimizi o kadar iyi koruyabiliriz.

Aslında "bilgi" konusunda da bir şeyler diyecektim. Niye "bilgi" peşinde koşan faniler var bu dünyada diye. Ama sen cezalısın Cem. Git çalış bul, buraya da yaz :-)

Haziran 25, 2006

Dağ Keçileri

Geçen sene Faralya'dayken Carlito sormuştu bir gün "vadiden yukarı çıkarken keçiler gördüm, onlar nasıl dağda yaşıyorlar? Birilerimi indirip çıkarıyorlar onları" Carlito'ya onların "Dağ keçileri" olduklarını ve dağda yaşadıklarını anlatmamız biraz vakit aldı. Bir türlü kabul etmiyordu. "Niye dağda yaşasınlar ki? Yiyecek az orada" diyordu. "Carlitocuğum, onlar doğaları gereği öyle, adı üstünde işte "dağ keçisi", çölde yaşayacak hali yok ki m.nakoim...


Mineciğimin, bir numaralı blogger'ım sorusunu cevaplamaya çalışayım.

Durin: Simdi yag suda cozulmuyor, ama deterjanda cozuluyor. Ama deterjan da suda cozuluyor. Benim gomlegim yaglaninca, onu once deterjana bogup sonra suya bastirinca leke geciyor. Mucize degil mi bu?


Efendim, yukarıda anlattığım olayla benzerlik taşıyor. Deterjan, sabun vs bunların en önemli özelliği zaten hem suda hem de yağda çözünmeleri. Bu özelliklere sahip olacak şekilde üretiliyorlar.

Eminim ortaokul-lisede öğretiliyordur ama ben üniversitenin yedinci döneminde öğrendim bunu. "Polar likes polar, apolar likes apolar" diye gerizekalıya öğretir gibi öğretmek zorunda kalmışlardı.

Bir maddenin başka bir maddede çözünmesi için benzer özelliklere sahip olması gerekiyor. Eğer molekülün yapısı kutuplu (polar) ise ancak bir kutuplu molekülde çözünebiliyor. O yüzden su ile yağ birbiriyle karışmıyor çünkü su kutuplu bir bileşikken yağ kutupsuz.

Kir denen nane de büyük kısmı yağdan oluşan bir şey. Tiner filan kullanıp suya sabuna gerek olmadan onları çözebiliriz ama bu biraz masraflı ayrıca beyin hücrelerine zararlı bir yol. Bilim adamları da düşünüyorlar. "Ülen bir madde yapsak, bunun bir ucu kutuplu özellik gösterse suda çözünse, diğer ucuda kutupsuz özelliklere sahip olsa yağda çözünse yağ ve suyu birbirine bağlar ve suyla bunlardan kurtulabiliriz" Hakkaten de yapayorlar bunu,

Misal sabun şöyle bir şey;

CH3-(CH2)n - COONa

CH3-(CH2)n kısmı yağ (apolar), COONa kısmı suda çözünebilir (polar) kısım.

Deterjanlar da buna benzer bir mantıkla çalışıyorlar ama daha kompleksler. Orada surface (yüzey) ve koloit kimyası devreye giriyor....

Blues - Rock

beter pan: hocam, müzikten anlayan birisine benziyorsunuz, öyleyse derdime derman olunuz... bizde o kadar grup var niçin blues-rock grubu yok?

Şimdi hocam, önce bu blues-rock dediğimiz şey nedir? Atmosferik Y.rak Metal gibi bir şey mi onu cevaplayalım. Cevabımız hayır. Blues Rock var ve ben hani çok sevmesem de bir çok iyi örneği var (5 gün sonra içimdeki boşluklar dolacakmış gibi gelit ftb tarafından ya, hadi neyse) Hemen sayalım: Cream ve Eric Clapton, Led Zeppelin, Rolling Stones, The Yardbirds, The Animals... Liste böyle uzar da gider...

Tabi ilk zamanlar böyle bir ayrım yok, özellikle Hard Rock'ın da gelişmesiyle ikisi arasındaki fark belirginleşiyor.

Türkiye'de değil bir blues-rock grubu kaç tane rock grubu var orası belirsiz. Herkesin deli gibi dinlediği, her gün istanbulda yüzlerce gurubun barlarda şurda burada şarkı söylediğini düşünürsek piyasamızdaki bir elin parmaklarını geçmeyecek iyi grup sayısının (ya da grup sayısının) şaşırtıcı olduğunu söyleyebiliriz.

Vikipedi'den görebileceğimiz üzere zaten rock grubu sayımız az (bknz: Türk rock müzik grupları)
Böyle olunca yani Rock grubu yokken Blues-Rock grubu aramak bana çok özlü bir sözümüzü hatırlatmaktan öteye gidemiyor...
joveblack: bi fotografta yazıyodu: "betreten bei schnee und glatte (a iki noktalı) auf eigene gefahr!" nedemek buuu? of çok cahilim



"karda kayıp düşerseniz müessesemiz sorumluluk kabul etmez
"

Eğer çeviriyi beğenmezseniz Nick Fury tarzı çevirilirim hazır, özelden yollarım size ;-)

Haziran 23, 2006

Yalnızlık

joveblack: ey evrenus, şunu düşünüyorum günlerdir: yalnızlığın bir amacı var mıdır? herkesin buna bi cevabı olacaktır; peki sence nedir amacı? bir işe yarar mı?

[ Ya ben çok özeniyorum İngilizce bilen insanlara, ben pek öğrenemedim ama en azından filmler yardımcı oluyor, altyazı okuyoruz filan, replik ezberliyoruz, hişşşş ;-) Bu bir deneme sürüşüdür tekrarı da olmayacaktır ]

Öncelikle yalnızlık Allah'a mahsustur. İnsan toplumsal bir hayvandır. What does have one hand, two hands have sound. Ev alma komşu al. Yalnızlık paylaşılmaz falan da filan...

Yalnız olunca (kimseyi ya da bir şeyleri taşımıyorsa tabi hala içinde) insan kendi içine döner, dönünce gerçeği görür, görünce korkar. Korkunca ya kapanır içine iyice ya da açılır... Mevsimsel olarak tercih değişir. Yalnızlık ya güç verir ya alır. Join us or die" diye elini uzatır. "You killed my loneliness" dersin o da sana "I AM your loneliness" der.

İşe yarar sanırım, as long as you are not alone with your loneliness...

Tabi sosyal pıtırcık olarak çok uzak olduğum konular bunlar. Ben sevmem yalnız kalmayı. Konuşcak adam ararım ki kendi sesimi duymayayım...

Doğru

merve: evrencim pek merak ettim ben:doğru nedir?

yanlışlanacak her şeye 'doğru' denir.

Haziran 21, 2006

Gerginlik

Beter Pan'ın dabıl espressosu:

beter pan: sayın hocam, o kadar antropoloji masterı yaptım ama şu sorunun yanıtını valla bulamadım: halkımız niçin yazın o sıcak günlerinde bile pencerelerini her daim ısrarla sıkı sıkıya kapalı tutar?
20 Jun 06, 12:25
beter pan: (yer yetmediği için devam) niçin toplu taşıma araçlarında pencereleri aralamak isteyenlerle kavga ederler? sıcaktan bunalmaktan bunaldım. yetti ya...

Herhangi bir silahın olduğu ortamın gerilmemesi imkansız. Silahın boyutu arttıkça gerginlik de artar. Doğal olarak normalde yapılmayacak davranışlar sergilenebilir. Aynı şekilde "sıcaklık"ın da böyle bir etkisi var. 3o'lu değerler aşıldığı zaman İstanbul'da kan dökümü günlerinin artmamasını açıklayamıyorum. Bunu aklımızda tutalım.

İkinci olarak ortamda sadece "1" (yazı ile 'bir') kişinin bile arıza olması orada arıza çıkmasına yol açar. Mutlu mesut bir yolculuk sürmek için herkesin aynı fikirde olması gerekirken can sıkıcı bir yolculuk için tek bir lavuk yetmektedir ayrıca bu evrenin 45 kuralından da 34.südür.

Şimdi gelelim otobüs muhabbetine. Öncelikle çoğu zaman pencereler açıktır. Hatta şöförler kapıları bile açıp gitme eğilimindedir. Her zamanki gibi beynimiz açık gittiklerimizi hatırlamaz çünkü onların bir önemi yoktur ama kapalıyken gittiğimiz zaman bu vücudumuz için bir uyarıdır. Alarm zilleri çalar, "bayılcaksın, terden leş gibi kokacaksın, şu ortamı düzelt" diye seslenir bize. Bu çağrılar çok önemlidir çünkü varlığını sürdürme bu tarz koruma faktörleriyle (buradaki 15'lik) sağlanır.

Her şeyi söyledik neredeyse. Hava sıcak, otobüs tıklım tıklım dolu, ayrıca daha önce bu tarz bir otobüste camlar açılmadığı için terleyen ve üşüten biri de varsa eğlenceye gel. Yaşlılar zaten cereyandan kaçıyorlar, otobüs hızlı giderken çok esiyor yavaş giderken ter kokusundan herkesin beynine yeteri kadar oksijen gitmediği için sağlıklı düşünme diye bir şey yok, trafik sıkışık, İstanbul'un 500 noktasında yol-kavşak metro-füniküler sistem-hafif metro vs çalışmaları var. Zaten otobüs 40 dakika geç gelmiş, arka kapıdan anca binmişsin, trafikte kaldın diye bir sonraki otobüse bindiğinde aktarma sayılmayacak, arkanda bir herif var sürekli fortluyor, kızın bi tanesi milleti taciz ediyor, şöför senin ineceğin durakta (adı üstünde durak) durmuyor vs...

Yani zor işler bunlar. Allahtan deli zenginim, kıçım en aşşağı taksi koltuğu görüyor, helikopter pisti olmayan yerlere giderken...

Haziran 20, 2006

Hedzap

Şartlı tahliyeyle salıverdiğim Ankaralı Cem sormuş:

cem: tatilden donunce bir zahmet cevaplarsiniz hocam.(ankaraliyim ya) ingilizcede neden heads up denince kafamizi egmemiz gerekir?

Efenim ben pek İngilizce bilmiyorum, o yüzden code-switching denen naneyi yapamadan anlatayım.

Heads up kelimesinin manası "dikkat" kelime kelime çevirirsek "kafalar yukarı" gibi abuk bir şey çıkıyor ki sanırım Cem'in sorusu buradan kaynaklı. Bu kelimede hayatın ipuçlarından biri yatıyor. Tehlike yukarıdan gelince ya kafanı kaldır tehlikeyi gör ve kaç ya da kafanı eğ ki isabet şansı azalsın.

Tabi şimdi diyeceksiniz bu dediğin tehlike yukarıdan gelirken geçerli. Peki aşağıdan gelen tehlikeler için ne yapmak lazım. Diyeceğim şudur ki tehlike zaten yukarıdan gelir, eğer aşağıdan gelen bir şey varsa zaten yan basmışsınız demektir...

Almanya - İtalya - Hollanda

Dünya Kupası rüzgarının bile sıcaktan kurtulmamıza yetmediği şu günlerde gönüllere soğuk su serpip Özgeciğimin sorusunu yanıtlamak Şveps kaplanı gibi hissetmemi sağlıyor.

Ozge: Dünya kupası vesilesiyle aklıma gelen bir soruyu sormak istiyorum: İtalya bayrağında mavi olmamasına rağmen neden formaları mavi renktedir? Gökten alınma falan diyorlar da ne alaka? Neden mavi?

Tabi Evren Turizm letedeşetei bir değil üç ülke için geçerli bu sorunun cevabını verecek.

Efendim bildiğiniz üzere Alman milli takımı beyaz, İtalya milli takımı mavi ve Hollanda milli takımı turuncu renkte formalar giyiyorlar. Oysa bu üç ülkenin de bayraklarında bu üç renk yok (Almanya siyah-kırmızı-sarı, İtalya yeşil-beyaz-kırmızı ve Hollanda kırmızı-beyaz-mavi olmak üzere - not: yanılıyorsam affola ezberden yazıyorum)

Bu farklılığın sebebi geçmişten kaynaklanıyor. Almanlar Prusya döneminden kalan siyah-beyaz (şortlar siyahtır achtung) renkleri, Hollandalılar kraliyet ailesinin rengi turuncuyu gene aynı şekilde İtalya da kraliyet evinin rengi maviyi kullanmakta.

Yani buradan anlayacağımız bu Avrupalılar geçmişlerini hala kucaklıyorlar. Kraliyetlerine sahip çıkıyorlar... Çıksınlar bakalım, biz de çekeriz emaneti, ...... kraliyeti.

Üç Taş Has Baş Yarar

beter pan: sayın hocam, okullardaki çatışmalarda saldıran kişizadelerin bir yerine üç taş savurmalarının anlamı nedir? (dün tartışma grubumuzda mehmet e. hocam anlattı ama bakalım sizin yorumunuz ne olacak...)

Mauritus'tan yeni döndüm, yanımda jet lag da getirdim. Biraz garip cevaplayacağım.

Öncelikle geçmiş tecrübelerimden örnek vereyim. Bir tanesi tam bebeklerde bıngıldak tabir edilen yerin hemen altında diğeri de tam alnımın çatısının ortasında iki tane taş izim var. Sağolsunlar mahalle arkadaşlarımız dünyaya taşı 45 dereceyle en uzağa atma bilgisiyle geldikleri için ne kadar kaçsam da bu taşlardan kurtulamadım. Tabi bunların hepsi küçükken, daha iki basamaklı sayılara erişmeden kazandığımız izlerdi. Demek istediğim küçükten başlıyor bunlar. Çocuklar daha fizik 101 almadan sin cos hesabı yapıp 45'le attıklarına göre bir süre sonra gavurların "collateral damage" dedikleri kavramı da keşfediyorlar. Böylece bir atışta maksimum zararı vermek için daha çok taş atmak gerektiğini anlıyorlar. Peki kaç taş atmalılar bir seferde? Çift sayılar olmaz. Zira adamımız taşların arasında durarak bunu engelleyebilir. Yani havada giden 4 taş pek etkili bir görüntü oluşturmuyor. 5 tane taş da ele sığmaz o yüzden 3 tane atıyorlar. Mahşerin Üç Taşlısı'nı oynuyorlar. Tabi üç tane olacak diye bir kural yok, stil meselesi bu. Amerikan yanlıları 50 tane çakıl atarken bizim milliyetçiler 3 sayısında ısrarcı. Zira istikbal göklerdedir ve havada süzülüp tanrının gazabı şeklinde kafaya yapışan üç taştan daha etkili bir sembol olamaz.

Not: Bir arkadaşımın abilerinin taş savaşı zamanı bebek arabasındaki kardeşlerinin arkasına saklandığını biliyor muydunuz?

Haziran 13, 2006

Dolunay

joveblack: dolunay neden doludur?

Amerikalı bir pörüfösör (ya bir itirafta bulunayım, doğrusunu yazamıyorum diye hep böyle toptan yanlış yazıyorum) Doğu felsefesini öğrenmek için yola koyulur. Japonya'ya çok ünlü bir Zen Ustasını görmeye gider. Usta onu büyük bir saygıyla karşılar. Biraz konuşurlar, sonra Zen Ustası çay teklif eder. Amerikalı "alayım" der. Usta çay doldurmaya başlar, bu sırada hala onunla konuşmaktadır. Bardak dolar, bardak taşmaya yaklaşır, Amerikalı durdurmak ister ama bir şey diyemez... En sonunda bardak taşar Amerikalının pantolonuna çay dökülür. Buna rağmen bardağı doldurmaya devam eden Ustaya sinirlenen prof bağırarak "görmüyor musunuz? O bardak dolu, daha fazla bir şey koyamazsınız ona" der. Usta da ona "asıl siz görmüyor musunuz, buraya dolu gelmişken ben sana nasıl bir şeyler öğretebilirim ki?"

Dolunay neden doludur? Dolunay ay'ın en çok enerjiye sahip olduğu, insanları en çok etkileyen evresidir. Dolunay doludur çünkü boşalmak ister!

Haziran 11, 2006

Yaz - Kış, Kadayıf - Pişmaniye

cem: insanlar neden yazın hava sıcak olduğunda kışın gelmesini, kışın da hava soğuk olduğunda yazın gelmesini sabırsızlıkla beklerler.

Öncelikle yazın yazı, kışın kışı, baharlarda da baharları yaşamayı seven bir dört mevsim çocuğu olarak hiç "ay aman sıcaklar bunalttı beni kışı istiyorum, başlarım şu kara yaz gelsin, yahu bu bahar ne biçim aymış gönül yaylarım gevşiyor" tarzı cümleler kurmadım. Çevremde de pek kimse yok böyle konuşan. Ama bir geyiktir dönüyor hakikaten. Yazın "kış gelsin artık, terden yapış yapış oldum, rahatlıkla bir halvet olamıyoruz" kışın da "lan bu ne soğuk, bokum dondu vallahi" tarzı cümleleri duymak mümkün. Ama aynı insandan pek duymuyorum bunu. Bence insanların bazısı yazı seviyor, bazısı kışı. Yazı sevenler kışın konuşuyor, kışı sevenler yazın konuşuyor. Aklımızda sadece genel olarak sözler kaldığıyor bence. Bu yüzden tam ayrımına varamıyoruz bunun. Yani aslında yok öyle bir şey. Tam anlatamadım çünkü çok sıcak şu an, keşke kış olsaydı. O zaman tamamlarım bunu...

Chuck Norris konusuna gelince... Chuck Norris'in bilimum yerindeki kıllar kadayıftan pişmaniyeye döndüğünden beri onun yerini başka bir sarışın olan Kiefer Sutherland aldı. Sutherland'den sonra onun tahtına Matt Damon'ın oturacağı söylentileri var bu arada.

Kör

jazel: 2. gencler neden aptal aptal müzikler dinliyorlar??? ki sadece gencler mi... yahu bu millet nereden buluyor bunca sacma sarkici(!)yi??? :nervous:

Cevap: Her kör satıcının kör bir alıcısı vardır.

Bencil

Jazel Hanım sormuşlar; jazel: 1.egoist olmak ve bencil olmak kavramlarini ayirabilir miyiz birbirinden? insanlara verdigimiz degerin fazla oldugunu fark ettigimizde, kendimizi umursamaya baslarsak, neden "benci" ilan ediliriz?

Öncelikle bencil olmakla egoist olmak arasında bir fark yok sözlüklere göre. Biri Türkçe diğeri ise sonradan Türkçe'ye girmiş eşanlamlısı. Ama zaten daha önce de dediğim gibi farklı anlamlar yüklersek bir ayrım yapabiliriz. Yalnız bu beni aşar, ben bir ayrım yapmayayım.
İnsanlar tarafından bencil ilan edilen çok kişi vardır. Eminim benim için de öyle düşünen arkadaşlarım mevcuttur.

İnsanın yapıcı vermeye değil de almaya daha müsaitmiş gibi geliyor. Gerçi bunu tüm canlılar için söyleyebiliriz. Canlının önceliği kendisidir. Amacı yaşamını devam ettirmek, vadesi dolacağı zamana kadar da genlerini bir sonraki kuşağa aktarmış olmaktır. Elbet insanın varlığının devamı genlerle olacak diye bir şey yoktur. Düşünsel anlamda da varlığını devam ettiren insanlar var. Misal kim Beethoven'ın öldüğünü söyleyebilir ki? "Ben"in çok önemli olduğunu, yok sayılmaması gerektiği bilimsel olarak kanıtlanmış gerçektir (eheheh). Ben'den çıkıp biz olduğumuz anlarında da dünyayı güzelliklerin beklediğini söylemek zor. Bakın savaşlara, diktatörlere... Hangisi "kendim için istiyorum" demiş ki? Hepsinin dilinde "biz" var. Yani pek de öyle ahım şahım bir şey değil bir olmamak, çok olmak...

Şimdi biraz daha küçültelim bakış açımızı. Bu bencillik ve kendimizi umursama konusunda en büyük problemlerden biri "değer" bence. Karşımızdakine verdiğimiz değer ve onun beklentileri arasında doğrusal bir bağlantı varsa ortada bir problem yok. (Elbette yüksek beklentilerde bu ilişki sapma gösterecektir doğrusallıktan.) Ne kadar ekmek o kadar köfte... Ancak gün gelir de verdiğimiz "değer"i yeniden gözden geçirince beklentileri karşılamak konusunda da kendimizi ister istemez modifiye etmek durumunda kalıyor ve normal şartlardan sapıp Le Chatalier prensibi devreye girince denge sağlanana kadar biraz dalgalı geçebiliyor zaman. Eğer yeniden denge kurulabilirse ne ala, yok kurulamazsa tepkime kendini yok eder, ortada bencil damgasını yemiş biriyle "hayat çok boktan ya, öküz oldu ortaklık bozuldu herhalde" diyen iki kişi kalır sadece...

Kediler ve Triton

06.06.2006'yı yaşadığımız (-ki benim o gün iki finalim vardı) bu zamanlarda tam da demek istediklerimin üstüne gelmiş bir soru Beter Pan'dan; sayın hocam, kedilerin azdıklarında çıkardıkları sesler ile rock'ta wah efektinin büyük rağbet görmesi arasında nasıl bir bağlantı vardır?

(Tabi buradaki hocam'dan beter pan kişisinin bir Ankaralı olduğu çok açık :)

Bir şeyin rağbet görmesini istiyorsanız onu yasaklayın efendim. Zamanında önce bir elmayla başlayan yasaklar silsilesi sonra 10 tane olmuş, akabinde Hamurabi yasaklara uymayanları "bu dünyada cezalarını ödemeleri için bir ön-ödeme sistemi geliştirmiş. Sonra zaten mülkiyet de iyice yerleşmiş, devletin amacı kişisel mülkü korumak olmuş... Tabi bunlar laf salatası, konuya geliyorum.

Bildiğiniz üzere kediler pek öyle sevilen hayvanlar değiller. Şeytan'ın hayvanı Keçi olmasına rağmen Şeytan'la daha çok özdeşleştirilmiş olan hayvan malumunuz kediler. Tabi bunlar hep hıristiyanlığın getirdiği şeyler. Eskiden (misal Eski Mısır'da) kediler kutsal hayvan olarak saygı ve değer görüyormuş, sonra Nasıralı biri düm dünyayı değiştirince kediler de bundan nasiplerini almışlar. (Bu noktada bir parantez açıp Mısırlıların kedilere yaklaşımlarının tamamen "duygusal olduğunu eklemeliyim. Zira bir tarım toplumu olan Mısır hiçbir şeyden çekmemiştir kemirgenlerden. Racumin'in de bulunmasına çok olduğu için fare avı işini kediler yapıyormuş. Oldukça da verimlilermiş)

Şimdi kedilerin doğuştan suçlu olduklarını biliyoruz. Onlar Şeytan'ın yardımcıları. Elbette bir naneyle dünyaya gelecekler onlar. Onların birleşme yaşarken ki problemleri enteresan. Öncelikle önsevişmeye en çok ihtiyacı olan hayvan türü onlar. Bu yüzden insandan sonra sevişmek için çabalaması gereken hayvanlar listesinde bir numaraya yerleşiyorlar. İki taraf istediği zaman bile kolay olmuyor bu çünkü dişi kedinin gerçekten kızmış olması gerekiyor ki hedef açığa çıksın ve yumurta vurulabilsin. Yani anlayacağınız bu kediler biraz sadist. Tabi madem Çizmeli Kedi var niye Kamçılı Kedi olmasın değil mi? Ancak malesef kediler kamçı, kelepçe vs kullanamıyorlar. O yüzden Allah erkek kedilerin silahlarına bir modifikasyon yapmış. Erkeklik organlarının çevresi sert kıllarla kaplı ve bu kıllar çıkış istikametinin tersi yönünde ilerliyor. Yani maksimum sürtünme ve batma, acı verme söz konusu.

Şimdi de Triton'dan bahsedelim. Triton Poseidon'un türkücü çocuğudur. Denizkabuğundan yapılma bir çalgısı vardır. (Bu arada Poseidon'un yabasının hıristiyanlık tarafından nasıl Şeytan'ın simgelerinden biri haline getirildiğini hatırlayalım) Rock müzikteki (metal daha iyi aslında) wah efektleri triton denen zımbırtıyı çok kullanır. Triton 4 tam aralıktan oluşan sestir en kaba tabiriyle. (misal fa-si) İşte bakın ne yapmış adamlar. Kedilerin çıkardığı histerik tritonları kendi şarkılarında kullanmışlar. Millet de peynir ekmek gibi tüketmiş bunları. Pagan inançlarını kendi keyfiyetlerince kötülemişler. Şeytan aralığı demişler, kediler cadıdır demişler, demişler de demişler... Nabalım, ağzı olan konuşuyor. Benim gibi klavyesi olanın yazdığı gibi...

Haziran 01, 2006

El Çapkınlık Korelasyonu

Efenim Jove Hanım sormuşlar el büyüklüğü ile çapkınlık arasında bir korelasyon var mı diye.

Erkekler sadece kadınlarla değil kendileriyle de uğraşmak zorundalar soylarının devamı için. Rekabet filan bunlar hayatın gerçekleri...

O yüzden uzun boylu ve burunlu, büyük el ve ayaklı erkekler bir dedikodu çıkarmışlardır. Tek eliyle basketabol topunu tutabilen erkekler, leylek burunlu erkekler, 2 metrenin üstünde boyu olanlarlar, 50 numara ayakkabı giyen erkeklerin "şeyleri" büyük olurmuş. İşte Liszt de eli büyük olanlardan olduğu için bunu kullanıyormuş. Zaten çapkınlığa yakın altyapısı büyük ellerle perçinlenmiş...

Tabi aslında böyle bir şey yok. Yapılan bilimsel araştırmalar bunun bir uydurma olduğunu kanıtlamış. Allah vergisi bu şey paket program halinde gelmiyor. Yani allah sizi uzun boylu yaparken uzun pipili de yapmıyor. Tamamen rastgele dağıtılıyor. Zaten diğer türlü olsaydı herkes en az 2 metre olur, boyların standart sapması sıfıra yakınsardı zira kadınlar o erkekleri seçerdi değil mi? (Tabi siz modern insanlar bunu kabul etmeyeceksiniz ama gel de bunu taş devri kadınına anlat)

Neyse yani böyle bir şey yok diye bastıra bastıra söylemek istiyorum ve bunun benim 1.63 boyunda, 37 numara ayakkabı giyen, hentbol topunu tutmakta zorlanan ve Voldemort gibi burunsuz biri olmamla bir alakası yok.

Mayıs 25, 2006

Iti an comagi hazirla

Ozgecim sormus 'iti an comagi hazirla mi yoksa iyi insan lafin ustune mi gelir'
Birazcik atasozlerimizi inceleyelim.

Bir elin nesi var iki elin sesi var.
Kurda sormuslar 'neden ensen kalin?' 'Yalniz calisirim da ondan' demis.

Bekarlik sultanliktir.
Evlilikte keramet vardir.

Sakla samani gelir zamani.
Kefenin cebi yok.

Damlaya damlaya gol olur.
Tasima suyuyla degirmen donmez.

Yani goruldugu uzere atasozlerimiz tam 'duruma gore' soylenen seyler. Bir durum sonucunda atasozunu hatirlayip 'aa bak buna benzedi' filan diyebiliriz. O yuzden gordugumuz kisiye gore uygun atasozunu belirtebiliriz.

Tabi son bir haftadir sadece rastlayip hic konusmadigin bir insan olarak ben burada kendi acimdan dogru cevabi biliyorum. (bknz: baslik)

Rutkay Aziz konusuna gelince o adam Macar asilli oldugu icin once soyadini sonra adini yazmis zamaninda oyunculuk secmelerinde. Akabinde oyle de kalmis, yapismis, bir daha da cikaramamistir. Kizi hakkinda bir sey diyemiyorum cunku tanimiyorum. Belki o da 'Rutkay Doga ile Ozgur Willy' filminde oynatilma tehlikesi yuzunden degistirmistir adini.

Mayıs 20, 2006

Hokkabazlık

İki yaz önce Ferit Kanada'ya gitmişti. Oradan da hatıra niyetine bana tanesi 1 Kanada Doları'ndan 3 tane hack-sack denen örgü toplardan getirmişti. Tabi benim nasıl bir insan olduğumu bilen Ferit toplarla fazla uğraşmayacağımı tahmin etmişti. Halbuki ben kendi kendime çevirmesini öğrenmeye başlamıştım. Tabi fazla ilerleyemiyordum. Sonra Mete'de bana bildiği kadarını öğretmeye başladı. 2-3 hafta içinde öğrendim 3 topla cascade yapmayı. Bu arada varyasyonlar deniyorduk -ki bunlar şimdi gözüme çok komik geliyor. Mesela ilk iki topu aynı anda atıp çevirmeye başlamak gibi. Aslında o zamanlar bizim için çok önemli hareketlerdi. Sonra yazın Mersin'e tatile gittiğimizde paslaşmaya başlamıştık. 40 derecede kıçımızdan terler aka aka çözmüştük olayı. Tabi oldukça sancılıydı. İlk başta topları çapraz atıyorduk birbirimize, sonra şöyle bir diyalog oldu:

- Mete lan, şimdi bu topları biz çapraz atıyoruz ve bunlar birbirlerine çarpıyorlar ya
- Eee
- Diyorum ki bunları düz atsak
- Lan olur mu öyle şey, gerizekalı
- Ya evet haklısın, saçmaladım, pardon

Sonra kalbim kırılması diye bir denedik, ne görelim, böyle atmamız gerekiyormuş.

Sonra Adana'ya döndüğümüz de Mete'ye bir arkadaşı bir juggling seti getirmişti. İçinde toptan başka diabolo da vardı. Tabi cahil gençleriz, diaboloyu ne yapacağımızı bilmiyoruz, ipin üstünde bir türlü denge de tutamıyoruz. Biraz daha sıkı olması lazım ki ipin üstünde dursun... Sonra bu bozuk diye karara vardık. İstanbul'a dönüp internetten baktığımız zaman ise diabolonun dönmesi gerektiğini öğrendik. O dönecek ki ataleti artsın (inertia'nın türkçesi bu muydu ya?)

Yani demek istediğim çok büyük salaklıklar yapmış, kimsenin bize öğretmemiş olmasına rağmen (çünkü etrafta kimse yok bu işten anlayan) el yordamıyla bu işleri öğrendik.

( ya şimdi saçmalayacağım ama ya nedir bu hâl, sürekli el yordamıyla, deneye deneye öğrenmek hayatın bir çok aşamasında?)

İstanbul'a döndükten sonra ben tabi gevşedim biraz. Ama Mete durmadı, çok da iyi etti... Ve en sonunda 99 dereceden 100'e geçmemizi sağlayan hareketi yani "Mills' Mess"i öğrendi. O günü unutamam. Sabah Matrix dersi için Hisar'dayken Mete heyecanlı heyecanlı gelip bize gösterdi. Diğer hareketleri de yapabileceğimizi kanıtladı bize. Ondan sonra zaten ipin ucu kaçtı...

Okulda perşembe günleri çimlerde takılmaya başladık. Bir çok insana top çevirmesini, kendisine irmik ve balondan nasıl top yapacağını öğrettik. Poi yapımına da el attı bizimkiler. Kendin yap, hep beraber oynayalım felsefesindeydik. Kulup kuralım geyikleri çıktı ama kabul etmedik, hokkabazlık anarşist bir eylem :) Bir mail grubu da kurduk. Yahoogroups!'ta "yavşaklar" adı altında. Yaratıcılık ve Şaklabanlık grubu. Başlangıçta sadece bizim okuldan insanlar vardı, şu anda ise Galatasaray Üniversitesi'nden de hokkabazlar da var...


Şimdi gelelim bir insan niye bunu yapar. Sebep? sorusunun cevabına.

Öncelikle bu işi yapmak sebebin kendisi. Bu yüzden daha önemli bir sebep yoktur. Ama bir kaç şey daha sayalım.

Bir kere çok eğlenceli. Ayrıca sosyal bir etkinlik. Ama en önemli ikinci sebep hokkabazlıkla bedeninize hükmetmeyi veya kullandığınız alete göre ona boyun eğmeyi öğreniyorsunuz. Poi veya staff çevirirken onları istediği şekilde davranmazsanız hiçbir şey yapmamazsınız. Önemli olan onlar dönerken o enerjiyi yönlendirebilmek. Top çevirirken ise daha özgürsünüz ama.

Bedene hakimiyet elbette ruh ile oluyor. Doğal olarak da bir ruh-beden koordinasyonu da sağlanıyor hokkabazlık yaparken.

Mayıs 14, 2006

Kelebekler Vadisi'nde Sıkılır Mıyız?

Efendim ben gittiğim zaman kimse yoktu. Hatta o kadar azdılar ki kalma fiyatı geçen sene (sezonda) 20 lirayken şu anda (2 hafta once) 15 lira. Az kişinin olduğu yerde de rahatsızlık çıkma olasılığı azalıyor tabi. Sanmıyorum ki soyunsanız rahatsız edenler olsun. Eden olursa döversiniz zaten...

Sıkılıp sıkılmama konusuna gelince ise valla ben kelebeklerde oldukça sıkılıyorum. Yani oraya gidenlerle yıldızım pek barışmadı. Dışa dönük içe kapanık bir insan olmamın etkisi var sanırım ya da eğlenmeyi pek bilmeyen bir insanım...

Kaybolan Sanat Eserleri

Yukarıdaki hikaye ile eserlerin nasıl kaybolabileceğiyle ilgili fikirlerimi paylaştım. Eserlerin nasıl bulundukları ise ya tesadüf eseri ya da arkeolojik diyebileceğimiz çalışmaların ürünü... Mendelssohn'un bir arkadaşının kasaba gidişi ve kasabın et sarmak için kullandığı nota kağıtlarını farkedip bunu arkadaşına götürüp onun incelemeleri sonucu eserlerin Bach'a ait olduğunun bulunması aşkın tesadüfleri sevdiğinin bir göstergesi. Yalnız et sarmak için kullanılacak Bach notaları günümüze kadar ulaşmışken Beethoven'in bir piyano sonatı bir aşk hikayesi yüzünden bir kasada yıllarca kalmış hala açılmayı bekliyor olabilir.

Mesela van Gogh'un bilmem ne tablosu bulunmuş diye haberler çıkıyor. Aslında tablo zaten senelerdir bir yerde duruyor ancak ressamının kim olduğu bilinmiyor. Sonra bir tesadüf eseri biri görüyor ve bunun önemli bir ressamın olacağını düşünerek (daha doğrusu umarak) tabloyu uzmanlara götürüyor. Samanlıktan 10 liraya alıncak tablo van Gogh'un olduğuna karar verildikten sonra ise paha biçilemiyor.

Ne kadar eserin kaybolduğuyla ilgili bir veri bulmak, bir hesap yapmak oldukça zor. O yüzden kaçta kaçının bulunduğuyla ilgili... Kayıt altına alınmasıyla her şeyin bunların kaybolma riskleri azalmış durumda. Ama imkansız diye bir şey yoktur. Mesela bir gün gelecek yayınlamadığım ama bilgisayarımda kayıtlı şeyler bulunacak filan. (Douglas Adams'da olmuştu böyle bir şey.)
Ama artık çok geç olmuş olacak :p

Mayıs 10, 2006

Kaybolan Sanat Eserleri I-II

I

Max yaşadığı kasabanın postacısı olmakla övünürdü. Düşensenize o olmasa mektuplar yerlerine ulaşamayacak ve iletişimsizlik yüzünden kasabanın dışarıyla ilişkisi bozulacak, belki devlet gelir yol yapar ya da binlerce göçmen alır. Ancak Max yaşıyor ve mektuplar yerine ulaştıkça böyle sorunların çıkması uzak bir ihtimal. Max'in yaşadığı yerde erkek sayısı az, çoğu savaşa gitti, pek azı geri döndü. Doğuştan çürük olduğu için postacının gitmesine gerek yoktu. Besleyecek ya da yaralanırsa tedavi edecek bir can için oldukça değersizdi. Topal Max bir kişinin 2 saatte dağıtabileceği postayı 7 saatte dağıtır böylece işini yaparken sıkılmazdı. İş zamanı günde 5 saat boş vakit bir Alman için oldukça zorlayıcı olabilir tabi...

Frederik yaşadığı kasabanın kasabı olmakla övünürdü. Düşünsenize o olmasa hayvanların kesimi yapılamayacak ve kasabanın çocukları gerekli proteinleri alamayacakları için hastalıklı böyüyecekler. Ancak Fred yaşıyor ve etler kesiliyor düzgün bir şekilde. Fred'in yaşadığı yerde erkek sayısı az, çoğu savaşa gitti, pek azı geri döndü. Çürük olduğu için kasabın gitmesine gerek yoktu. Besleyecek ya da yaralanırsa tedavi edecek bir can için oldukça değersizdi. Tek kollu doğan Max bir kişinin 7 saatte kesebileceği eti 2 saatte keser ve böylece işini çabuk bitirir karısının kollarına atardı kendisini.

Fred'in karısı bir İtalyan. Herhalde bazen kollarına atlayın erkeğin de kol'lar'ı olması gerektiğini düşündüğü için Postacı'yla yatıyor. Bir ayaktan feda ediyor ama olsun. Manina kör. Doğuştan. Postacı'yla ilişkileri ise kör topal ilerliyor.

Ludwig bir müzisyen. Onun özrü doğuştan değil. Kimisine göre küçükken babasından yediği dayaklar yüzünden, kimine göre ise kendiliğinden sağır olmuş.
Kendini çok kaybediyor. Hakim olamıyor notalara olduğu kadar... Ayrıca çok içiyor. Kör kütük sarhoş oluyor ve bir gün Manina'yla karşılaşıyor...

II

Ludwig Manina'yi gorur gormez vuruluyor. Herkese ayni numarayi ceken muzisyen kizi ' gel sana bir sonat yazayim' diye avliyor. Saf, gozu acilmamis Manina ise Ludwig'in bu oltasina geliyor ve bir gun Manina'nin annesi pazara gittiginde bunlar samanlikta isi pisiriyorlar. Ludwig ise halinden memnun olarak ona temize cekmeye usendigi (cekse ne olur cekmese ne olur degil mi? ) bes-on sayfalik notalari veriyor.

Ama ustune adini yazmiyor ne olur ne olmaz diye Ludwig. Bilse aslinda bu yaptigi (ya da yapmadigi) sey icin onlarca insan kafa yoracak hatta bununla ilgili uydurma bir hikayeyi utanmaz bir sekilde yazacak... Sanirim yapmazdi.

Manina'ya kaldigimiz yerden devam edelim. Duygusal bir firtana yasamasini beklerken o sanki hicbir sey olmamis gibi samanliktan cikip evine yol aliyor. O sirada biri Manina'ya yaklasiyor. Tahmin edebileceginiz gibi bu bisikletli kisi Max. Max ile Manina biraz konusuyorlar ve ertesi gun icin sozlesiyorlar.

Bu arada unuttugumuz kasabimiz ise kendi halinde islerini bitirmis ve calgici arkadasi Johann ile derin bir muhabbete dalmistir. Fred her ne kadar kan kokan bir adam olsa da sanattan, sanatcidan anlayan onlara deger veren bir insandir. O yuzden zaten Johann krallar gibi yasarken Ludwig ekmegini tastan cikariyor. Zaten zamaninda Ludwig Johann'a demisti ' Bizim yildizimiz barismaz sen kasabin muzisyenisin oysa ben kendimin.' Lafi uzatmayalim ve aralarindaki diyalogu aktaralim:

- Demek havadan sudan eserler vermemi istemiyorsun.

- Aynen

- Ama, ama...

- Ben senin insanlari tocatlayici eserler verebilmeni isterdim.

- Ama sayin Kasabim siz nasil istiyorsaniz ben zaten oyle yapiyorum. Her hafta sizin icin ozel bir
eser sunuyorum. Komsu kasabalar arasinda en uretken muzisyene sahip kasap sizsiniz.

- Yahu Johanncigim ben senin kendi icinden gelen seyleri yapmani istiyorum. Ama en ufak bir yol gosterisimi sen bir emir olarak algilayip ona gore davraniyorsun. Dolayisiyla kendimle bir celiski icine sokuyorsun. Sana ' benim istedigim gibi muzik yapma' diyemem ki, paradoks icine cekiyorsun beni...

- Peki efendim dediklerinize uygun bir seyler yapmak istiyorum ancak lutfen begenmediklerinizi alip yagli kagit olarak kullanmayiniz.

- Johann Sebastian bah bana biraz, senin dilin cok uzadi. Amazonla yarisir hale geldin muzisyen parcasi!

- Efendim ama siz de hic yardimci olmuyorsunuz

- Sus la! Bak senin yerine baskasini alirim. Ulan saatci getirseydim Isvicre'den benim icin daha hayirli olurdu. Zaten ben senin bir sanatci olduguna inanmiyorum ya, neyse...

- Tamam efendim, elimden geleni yapacagim ve size her hafta iki tane orijinal eser sunacagim

- Iyi edersin!

Johann pilini pirtini toplayip oradan uzaklasirken Fred Ludwig'e rastlar...

- Ooo kimler gelmis kasabamiza, bu serefi neye borcluyuz Efendim?
- (karina)
- Efendim?
- Uzun yuruyusler benim icin cok iyi, dagda bayirda, Almanya'nin ve Avrupa'nin merkezinde dolasmak zihnimi aciyor. Hem buralarda fazla durmayacagim, Viyana'dan cagirdilar beni, ben de son demlerimi yasiyorum vatanimda Sayin Kasap.
- Ne guzel ne guzel... Tabi vatan hasreti zor gelecektir ilerde bir gun. Eger donmeyi dusunurseniz sizi kasabamizin mizakasinin basinda gormek bizim icin buyuk bir sereftir!
- Teklifiniz icin tesekkur ederim ama sanirim gerkcekte beni taniyor musunuz? Tanisaydiniz sizin kan kokan paranizin bana bir sey ifade etmeyecegini de biliyor olurdunuz. Ben kendi basima yazarim, kendim icin yazarim...
- Ne guzel ne guzel... Ben de tam boyle birisini ariyordum.
- Efendim?
- Pardon, yuksek sesle tekrarlayayim, unutmusum iyi duyamadiginizi. Ben de sizin gibi bir insani ariyorum.
- Arayin tabi. Arayin... Ozur diliyorum son otobusu yakalamam gerekiyor. Size ve konusan fabrikaniz Johann'a en derin sevgilerimi iletirim...

Mayıs 06, 2006

Nudist

Nudist sormuş nudist'i yanlış kullanıp kullanmadığımı...

Efenim nudist İngilizceden dilimize geçmiş, geçmekte olan bir kelime. O sebeple çıplakçı demek ne kadar doğru bilmiyorum.

İngilizce kısmını bırakıp Türkçe'ye çıplakçı diye çevirsek bile bu onun anlamının "çıplaklara bakmayı seven kişi" olduğunu göstermez. Basit bir örnek verirsek "kaleci" kale yapan, ya da kale satan kişi anlamına değil onu koruyan (ya da Hayrettin Demirbaş örneğinde olduğu üzere onun önünde duran) kişi anlamına gelmektedir.

Adama niye bakmadığıma gelince onu buraya yazmak çoook uzun sürer. O kadar yerim yok malesef ;-)

Karakutu

Özgeciim sormuş, neden uçaklar karakutu malzemesinden yapılmıyor diye...

Şöyle yanıtlayalım kara kutu malzemesinden yapılmış bir asansör olsun. O yere çakılınca ölür müyüz? Ölürüz çünkü etki eşittir tepki... Niitun mekaniği...

Yalnız ilginç bir bilgi vereyim (benim için tabi) bu kara kutu dediğimiz şeyler aslında siyah değil. İlk duyduğumda aldatılmış hissetmiştim kendimi...

Mayıs 03, 2006

Almanca Merakı

Übamenş sormuş nereden geliyor Almanca merakı diye… Bir Untermensch olarak yanıtlayayım. Efenim benim okuduğum ortaokul ve lise maalesef Almanca eğitimi veriyordu ve ben inatla öğrenmeye çalışmasam da süper mükemmel daşş gibi Alman hocalarımız sayesinde biraz bi kulak aşinalığı kazandık zamanında. Tabi kendisinin de oldukça yetkin bir dil oluşu da bunda etkili oldu sanırım.

Güneydeki ismini bilmediğin oyuncaklar ise top, diabolo, staff ve poi. Uzakta durmaya gerek yok. Giriş parası olarak 100 yuro verdikten sonra bizle takılabilirsin :))

Altıncı His

Fethiye'den dial-up'la bağlanıp soruları cevaplandırıyorum. Dial-up olduğu için sesim pek iyi gelmiyor olabilir ama ben gene de konuşacağım.

Jove Hanım sormuşlar altıncı his var mıdır diye… Dersen olur. Bu kadar basit aslında. Beş duyuya inanıyoruz da altıncısına niye inanmayalım. Ben olsam diğerlerini sorgulardım. Hepsi elektrik sinyalleri olarak beynimize gelip orada işlenen şeyler…

Altıncı his diye bir film vardı bi de Burus Vils'in oynadığı… (filmi izlemeyenler okumasın) Onunla ilgili bir spoil hikayesi var. Biri daha önce filmi izlemis iki kişi film hakkında konuşurken bir yerde "ya Bruce Willis da ölüyor filmde" deyince diğeri "yaa niye filmin sonunu" diye hayıflanmış. Bizim adam ise "yok yahu filmin sonunda değil başında ölüyor" diyerek gönlümde taht kurmuştu…

Caiz olup olmadığına şu örnekten yola çıkıp cevap vermeye çalışayım. Saatlerin ileri alındığı gün 1.30'da bir adamı öldürürseniz ve yakalanırsanız ceza alır mısınız?

Nisan 24, 2006

Evren'e Sorun

evrensengul.blogspot.com adresindeki bloguma bircok insan google'da bir seyler aratarak giriyor. Yalniz uygun kelimeleri ve tirnak isaretlerini vs kullanmadiklari icin aradiklarini bulamiyorlar. Ben de vatana millete bir faydam olsun bu 22'den 23 yasima gectigim zamanlarda diye bu blogu actim. Google'a bir seyler sorarak benim siteme gelmis olanlarin sorularini cevaplayacagim. Elbette hepsine yetismek mumkun degil, ayrica bir cok soruya da cevap veremeyecegim cunku sorulan sorulardan bazilari 15-16 yaslarindaki kizlarin resimleriyle ya da videyolariyla alakadar. Bugunku ilk sorumuzla bismillah diyelim.