Haziran 26, 2006

İnsanın Başına Ne Gelirse Meraktan Gelirmiş

cem: gecenlerde izledigim bi belgeselde bi amca merak etmiyorrsaniz, uzgunum siz insan degilsiniz diyodu, bana tersyuz edilmis bi laf gibi bu. insanlar neden merak eder?(rekursif soru)


"İnsan merak eden hayvandır" demişler. Bunun pek insanlar için geçerli olduğunu söyleyemeceğim. Bütün canlılarda merak vardır, hatta kediyi bile bu öldürür.

Düşünün, suda yaşıyorsunuz, ekmek elden su gölden, koskoca bir vücudunuz var su tarafından kaldırılan, ortamın sıcaklığı sabit, ayrıca yeteri kadar oksijen de var suda... Krallar gibi yaşıyorsunuz. Sonra bazıları merak ediyor, ulan bu taş toprak ne ayak, biraz takılalım orada diye...

Kolay değil tabi, orada ısı değişiklikleri çok yüksek, ayrıca nefes alamıyorsunuz, vücudu taşıyacak hiçbir şeyiniz yok. Saçma salak işler, yüz suyunda değil mi? Olmuyor ama, bu merak itekliyor canlıyı... Oldukça sancılı ve kayıplı süreçlerden sonra kara hayatına uyum gösterenler oluyor. Sonra oksijenli solunum, sıcakkanlılık, bacaklar, kollar, eller, oooo, bin dünya şey çıkıyor bu merakın sonucunda.

İşte en çok merak eden hayvan olarak evrim piramitinde şu sıralar insanı görüyoruz. O kadar meraklı ki Amerika'yı keşfediyor, uzaya gitmek için bir ton para harcıyor, 'lan bugün ne bulsak' diye işlemcilerini yakıyor...

Tabi kötü şeyler de başına geliyor. Misal dünya yuvarlak mı diye merak eden Macellan, 'yahu bu parlak şey neymiş" diye merak eden Curie'ler aklıma ilk gelen ilk iki örnek. Bunlar hayatlarıyla ödediler meraklarını.

Peki soruya gelelim, neden merak ediyoruz? Öncelikle sebep çevreyi tanımak için. Ne kadar iyi tanırsak kendimizi o kadar iyi koruyabiliriz.

Aslında "bilgi" konusunda da bir şeyler diyecektim. Niye "bilgi" peşinde koşan faniler var bu dünyada diye. Ama sen cezalısın Cem. Git çalış bul, buraya da yaz :-)

Haziran 25, 2006

Dağ Keçileri

Geçen sene Faralya'dayken Carlito sormuştu bir gün "vadiden yukarı çıkarken keçiler gördüm, onlar nasıl dağda yaşıyorlar? Birilerimi indirip çıkarıyorlar onları" Carlito'ya onların "Dağ keçileri" olduklarını ve dağda yaşadıklarını anlatmamız biraz vakit aldı. Bir türlü kabul etmiyordu. "Niye dağda yaşasınlar ki? Yiyecek az orada" diyordu. "Carlitocuğum, onlar doğaları gereği öyle, adı üstünde işte "dağ keçisi", çölde yaşayacak hali yok ki m.nakoim...


Mineciğimin, bir numaralı blogger'ım sorusunu cevaplamaya çalışayım.

Durin: Simdi yag suda cozulmuyor, ama deterjanda cozuluyor. Ama deterjan da suda cozuluyor. Benim gomlegim yaglaninca, onu once deterjana bogup sonra suya bastirinca leke geciyor. Mucize degil mi bu?


Efendim, yukarıda anlattığım olayla benzerlik taşıyor. Deterjan, sabun vs bunların en önemli özelliği zaten hem suda hem de yağda çözünmeleri. Bu özelliklere sahip olacak şekilde üretiliyorlar.

Eminim ortaokul-lisede öğretiliyordur ama ben üniversitenin yedinci döneminde öğrendim bunu. "Polar likes polar, apolar likes apolar" diye gerizekalıya öğretir gibi öğretmek zorunda kalmışlardı.

Bir maddenin başka bir maddede çözünmesi için benzer özelliklere sahip olması gerekiyor. Eğer molekülün yapısı kutuplu (polar) ise ancak bir kutuplu molekülde çözünebiliyor. O yüzden su ile yağ birbiriyle karışmıyor çünkü su kutuplu bir bileşikken yağ kutupsuz.

Kir denen nane de büyük kısmı yağdan oluşan bir şey. Tiner filan kullanıp suya sabuna gerek olmadan onları çözebiliriz ama bu biraz masraflı ayrıca beyin hücrelerine zararlı bir yol. Bilim adamları da düşünüyorlar. "Ülen bir madde yapsak, bunun bir ucu kutuplu özellik gösterse suda çözünse, diğer ucuda kutupsuz özelliklere sahip olsa yağda çözünse yağ ve suyu birbirine bağlar ve suyla bunlardan kurtulabiliriz" Hakkaten de yapayorlar bunu,

Misal sabun şöyle bir şey;

CH3-(CH2)n - COONa

CH3-(CH2)n kısmı yağ (apolar), COONa kısmı suda çözünebilir (polar) kısım.

Deterjanlar da buna benzer bir mantıkla çalışıyorlar ama daha kompleksler. Orada surface (yüzey) ve koloit kimyası devreye giriyor....

Blues - Rock

beter pan: hocam, müzikten anlayan birisine benziyorsunuz, öyleyse derdime derman olunuz... bizde o kadar grup var niçin blues-rock grubu yok?

Şimdi hocam, önce bu blues-rock dediğimiz şey nedir? Atmosferik Y.rak Metal gibi bir şey mi onu cevaplayalım. Cevabımız hayır. Blues Rock var ve ben hani çok sevmesem de bir çok iyi örneği var (5 gün sonra içimdeki boşluklar dolacakmış gibi gelit ftb tarafından ya, hadi neyse) Hemen sayalım: Cream ve Eric Clapton, Led Zeppelin, Rolling Stones, The Yardbirds, The Animals... Liste böyle uzar da gider...

Tabi ilk zamanlar böyle bir ayrım yok, özellikle Hard Rock'ın da gelişmesiyle ikisi arasındaki fark belirginleşiyor.

Türkiye'de değil bir blues-rock grubu kaç tane rock grubu var orası belirsiz. Herkesin deli gibi dinlediği, her gün istanbulda yüzlerce gurubun barlarda şurda burada şarkı söylediğini düşünürsek piyasamızdaki bir elin parmaklarını geçmeyecek iyi grup sayısının (ya da grup sayısının) şaşırtıcı olduğunu söyleyebiliriz.

Vikipedi'den görebileceğimiz üzere zaten rock grubu sayımız az (bknz: Türk rock müzik grupları)
Böyle olunca yani Rock grubu yokken Blues-Rock grubu aramak bana çok özlü bir sözümüzü hatırlatmaktan öteye gidemiyor...
joveblack: bi fotografta yazıyodu: "betreten bei schnee und glatte (a iki noktalı) auf eigene gefahr!" nedemek buuu? of çok cahilim



"karda kayıp düşerseniz müessesemiz sorumluluk kabul etmez
"

Eğer çeviriyi beğenmezseniz Nick Fury tarzı çevirilirim hazır, özelden yollarım size ;-)

Haziran 23, 2006

Yalnızlık

joveblack: ey evrenus, şunu düşünüyorum günlerdir: yalnızlığın bir amacı var mıdır? herkesin buna bi cevabı olacaktır; peki sence nedir amacı? bir işe yarar mı?

[ Ya ben çok özeniyorum İngilizce bilen insanlara, ben pek öğrenemedim ama en azından filmler yardımcı oluyor, altyazı okuyoruz filan, replik ezberliyoruz, hişşşş ;-) Bu bir deneme sürüşüdür tekrarı da olmayacaktır ]

Öncelikle yalnızlık Allah'a mahsustur. İnsan toplumsal bir hayvandır. What does have one hand, two hands have sound. Ev alma komşu al. Yalnızlık paylaşılmaz falan da filan...

Yalnız olunca (kimseyi ya da bir şeyleri taşımıyorsa tabi hala içinde) insan kendi içine döner, dönünce gerçeği görür, görünce korkar. Korkunca ya kapanır içine iyice ya da açılır... Mevsimsel olarak tercih değişir. Yalnızlık ya güç verir ya alır. Join us or die" diye elini uzatır. "You killed my loneliness" dersin o da sana "I AM your loneliness" der.

İşe yarar sanırım, as long as you are not alone with your loneliness...

Tabi sosyal pıtırcık olarak çok uzak olduğum konular bunlar. Ben sevmem yalnız kalmayı. Konuşcak adam ararım ki kendi sesimi duymayayım...

Doğru

merve: evrencim pek merak ettim ben:doğru nedir?

yanlışlanacak her şeye 'doğru' denir.

Haziran 21, 2006

Gerginlik

Beter Pan'ın dabıl espressosu:

beter pan: sayın hocam, o kadar antropoloji masterı yaptım ama şu sorunun yanıtını valla bulamadım: halkımız niçin yazın o sıcak günlerinde bile pencerelerini her daim ısrarla sıkı sıkıya kapalı tutar?
20 Jun 06, 12:25
beter pan: (yer yetmediği için devam) niçin toplu taşıma araçlarında pencereleri aralamak isteyenlerle kavga ederler? sıcaktan bunalmaktan bunaldım. yetti ya...

Herhangi bir silahın olduğu ortamın gerilmemesi imkansız. Silahın boyutu arttıkça gerginlik de artar. Doğal olarak normalde yapılmayacak davranışlar sergilenebilir. Aynı şekilde "sıcaklık"ın da böyle bir etkisi var. 3o'lu değerler aşıldığı zaman İstanbul'da kan dökümü günlerinin artmamasını açıklayamıyorum. Bunu aklımızda tutalım.

İkinci olarak ortamda sadece "1" (yazı ile 'bir') kişinin bile arıza olması orada arıza çıkmasına yol açar. Mutlu mesut bir yolculuk sürmek için herkesin aynı fikirde olması gerekirken can sıkıcı bir yolculuk için tek bir lavuk yetmektedir ayrıca bu evrenin 45 kuralından da 34.südür.

Şimdi gelelim otobüs muhabbetine. Öncelikle çoğu zaman pencereler açıktır. Hatta şöförler kapıları bile açıp gitme eğilimindedir. Her zamanki gibi beynimiz açık gittiklerimizi hatırlamaz çünkü onların bir önemi yoktur ama kapalıyken gittiğimiz zaman bu vücudumuz için bir uyarıdır. Alarm zilleri çalar, "bayılcaksın, terden leş gibi kokacaksın, şu ortamı düzelt" diye seslenir bize. Bu çağrılar çok önemlidir çünkü varlığını sürdürme bu tarz koruma faktörleriyle (buradaki 15'lik) sağlanır.

Her şeyi söyledik neredeyse. Hava sıcak, otobüs tıklım tıklım dolu, ayrıca daha önce bu tarz bir otobüste camlar açılmadığı için terleyen ve üşüten biri de varsa eğlenceye gel. Yaşlılar zaten cereyandan kaçıyorlar, otobüs hızlı giderken çok esiyor yavaş giderken ter kokusundan herkesin beynine yeteri kadar oksijen gitmediği için sağlıklı düşünme diye bir şey yok, trafik sıkışık, İstanbul'un 500 noktasında yol-kavşak metro-füniküler sistem-hafif metro vs çalışmaları var. Zaten otobüs 40 dakika geç gelmiş, arka kapıdan anca binmişsin, trafikte kaldın diye bir sonraki otobüse bindiğinde aktarma sayılmayacak, arkanda bir herif var sürekli fortluyor, kızın bi tanesi milleti taciz ediyor, şöför senin ineceğin durakta (adı üstünde durak) durmuyor vs...

Yani zor işler bunlar. Allahtan deli zenginim, kıçım en aşşağı taksi koltuğu görüyor, helikopter pisti olmayan yerlere giderken...

Haziran 20, 2006

Hedzap

Şartlı tahliyeyle salıverdiğim Ankaralı Cem sormuş:

cem: tatilden donunce bir zahmet cevaplarsiniz hocam.(ankaraliyim ya) ingilizcede neden heads up denince kafamizi egmemiz gerekir?

Efenim ben pek İngilizce bilmiyorum, o yüzden code-switching denen naneyi yapamadan anlatayım.

Heads up kelimesinin manası "dikkat" kelime kelime çevirirsek "kafalar yukarı" gibi abuk bir şey çıkıyor ki sanırım Cem'in sorusu buradan kaynaklı. Bu kelimede hayatın ipuçlarından biri yatıyor. Tehlike yukarıdan gelince ya kafanı kaldır tehlikeyi gör ve kaç ya da kafanı eğ ki isabet şansı azalsın.

Tabi şimdi diyeceksiniz bu dediğin tehlike yukarıdan gelirken geçerli. Peki aşağıdan gelen tehlikeler için ne yapmak lazım. Diyeceğim şudur ki tehlike zaten yukarıdan gelir, eğer aşağıdan gelen bir şey varsa zaten yan basmışsınız demektir...

Almanya - İtalya - Hollanda

Dünya Kupası rüzgarının bile sıcaktan kurtulmamıza yetmediği şu günlerde gönüllere soğuk su serpip Özgeciğimin sorusunu yanıtlamak Şveps kaplanı gibi hissetmemi sağlıyor.

Ozge: Dünya kupası vesilesiyle aklıma gelen bir soruyu sormak istiyorum: İtalya bayrağında mavi olmamasına rağmen neden formaları mavi renktedir? Gökten alınma falan diyorlar da ne alaka? Neden mavi?

Tabi Evren Turizm letedeşetei bir değil üç ülke için geçerli bu sorunun cevabını verecek.

Efendim bildiğiniz üzere Alman milli takımı beyaz, İtalya milli takımı mavi ve Hollanda milli takımı turuncu renkte formalar giyiyorlar. Oysa bu üç ülkenin de bayraklarında bu üç renk yok (Almanya siyah-kırmızı-sarı, İtalya yeşil-beyaz-kırmızı ve Hollanda kırmızı-beyaz-mavi olmak üzere - not: yanılıyorsam affola ezberden yazıyorum)

Bu farklılığın sebebi geçmişten kaynaklanıyor. Almanlar Prusya döneminden kalan siyah-beyaz (şortlar siyahtır achtung) renkleri, Hollandalılar kraliyet ailesinin rengi turuncuyu gene aynı şekilde İtalya da kraliyet evinin rengi maviyi kullanmakta.

Yani buradan anlayacağımız bu Avrupalılar geçmişlerini hala kucaklıyorlar. Kraliyetlerine sahip çıkıyorlar... Çıksınlar bakalım, biz de çekeriz emaneti, ...... kraliyeti.

Üç Taş Has Baş Yarar

beter pan: sayın hocam, okullardaki çatışmalarda saldıran kişizadelerin bir yerine üç taş savurmalarının anlamı nedir? (dün tartışma grubumuzda mehmet e. hocam anlattı ama bakalım sizin yorumunuz ne olacak...)

Mauritus'tan yeni döndüm, yanımda jet lag da getirdim. Biraz garip cevaplayacağım.

Öncelikle geçmiş tecrübelerimden örnek vereyim. Bir tanesi tam bebeklerde bıngıldak tabir edilen yerin hemen altında diğeri de tam alnımın çatısının ortasında iki tane taş izim var. Sağolsunlar mahalle arkadaşlarımız dünyaya taşı 45 dereceyle en uzağa atma bilgisiyle geldikleri için ne kadar kaçsam da bu taşlardan kurtulamadım. Tabi bunların hepsi küçükken, daha iki basamaklı sayılara erişmeden kazandığımız izlerdi. Demek istediğim küçükten başlıyor bunlar. Çocuklar daha fizik 101 almadan sin cos hesabı yapıp 45'le attıklarına göre bir süre sonra gavurların "collateral damage" dedikleri kavramı da keşfediyorlar. Böylece bir atışta maksimum zararı vermek için daha çok taş atmak gerektiğini anlıyorlar. Peki kaç taş atmalılar bir seferde? Çift sayılar olmaz. Zira adamımız taşların arasında durarak bunu engelleyebilir. Yani havada giden 4 taş pek etkili bir görüntü oluşturmuyor. 5 tane taş da ele sığmaz o yüzden 3 tane atıyorlar. Mahşerin Üç Taşlısı'nı oynuyorlar. Tabi üç tane olacak diye bir kural yok, stil meselesi bu. Amerikan yanlıları 50 tane çakıl atarken bizim milliyetçiler 3 sayısında ısrarcı. Zira istikbal göklerdedir ve havada süzülüp tanrının gazabı şeklinde kafaya yapışan üç taştan daha etkili bir sembol olamaz.

Not: Bir arkadaşımın abilerinin taş savaşı zamanı bebek arabasındaki kardeşlerinin arkasına saklandığını biliyor muydunuz?

Haziran 13, 2006

Dolunay

joveblack: dolunay neden doludur?

Amerikalı bir pörüfösör (ya bir itirafta bulunayım, doğrusunu yazamıyorum diye hep böyle toptan yanlış yazıyorum) Doğu felsefesini öğrenmek için yola koyulur. Japonya'ya çok ünlü bir Zen Ustasını görmeye gider. Usta onu büyük bir saygıyla karşılar. Biraz konuşurlar, sonra Zen Ustası çay teklif eder. Amerikalı "alayım" der. Usta çay doldurmaya başlar, bu sırada hala onunla konuşmaktadır. Bardak dolar, bardak taşmaya yaklaşır, Amerikalı durdurmak ister ama bir şey diyemez... En sonunda bardak taşar Amerikalının pantolonuna çay dökülür. Buna rağmen bardağı doldurmaya devam eden Ustaya sinirlenen prof bağırarak "görmüyor musunuz? O bardak dolu, daha fazla bir şey koyamazsınız ona" der. Usta da ona "asıl siz görmüyor musunuz, buraya dolu gelmişken ben sana nasıl bir şeyler öğretebilirim ki?"

Dolunay neden doludur? Dolunay ay'ın en çok enerjiye sahip olduğu, insanları en çok etkileyen evresidir. Dolunay doludur çünkü boşalmak ister!

Haziran 11, 2006

Yaz - Kış, Kadayıf - Pişmaniye

cem: insanlar neden yazın hava sıcak olduğunda kışın gelmesini, kışın da hava soğuk olduğunda yazın gelmesini sabırsızlıkla beklerler.

Öncelikle yazın yazı, kışın kışı, baharlarda da baharları yaşamayı seven bir dört mevsim çocuğu olarak hiç "ay aman sıcaklar bunalttı beni kışı istiyorum, başlarım şu kara yaz gelsin, yahu bu bahar ne biçim aymış gönül yaylarım gevşiyor" tarzı cümleler kurmadım. Çevremde de pek kimse yok böyle konuşan. Ama bir geyiktir dönüyor hakikaten. Yazın "kış gelsin artık, terden yapış yapış oldum, rahatlıkla bir halvet olamıyoruz" kışın da "lan bu ne soğuk, bokum dondu vallahi" tarzı cümleleri duymak mümkün. Ama aynı insandan pek duymuyorum bunu. Bence insanların bazısı yazı seviyor, bazısı kışı. Yazı sevenler kışın konuşuyor, kışı sevenler yazın konuşuyor. Aklımızda sadece genel olarak sözler kaldığıyor bence. Bu yüzden tam ayrımına varamıyoruz bunun. Yani aslında yok öyle bir şey. Tam anlatamadım çünkü çok sıcak şu an, keşke kış olsaydı. O zaman tamamlarım bunu...

Chuck Norris konusuna gelince... Chuck Norris'in bilimum yerindeki kıllar kadayıftan pişmaniyeye döndüğünden beri onun yerini başka bir sarışın olan Kiefer Sutherland aldı. Sutherland'den sonra onun tahtına Matt Damon'ın oturacağı söylentileri var bu arada.

Kör

jazel: 2. gencler neden aptal aptal müzikler dinliyorlar??? ki sadece gencler mi... yahu bu millet nereden buluyor bunca sacma sarkici(!)yi??? :nervous:

Cevap: Her kör satıcının kör bir alıcısı vardır.

Bencil

Jazel Hanım sormuşlar; jazel: 1.egoist olmak ve bencil olmak kavramlarini ayirabilir miyiz birbirinden? insanlara verdigimiz degerin fazla oldugunu fark ettigimizde, kendimizi umursamaya baslarsak, neden "benci" ilan ediliriz?

Öncelikle bencil olmakla egoist olmak arasında bir fark yok sözlüklere göre. Biri Türkçe diğeri ise sonradan Türkçe'ye girmiş eşanlamlısı. Ama zaten daha önce de dediğim gibi farklı anlamlar yüklersek bir ayrım yapabiliriz. Yalnız bu beni aşar, ben bir ayrım yapmayayım.
İnsanlar tarafından bencil ilan edilen çok kişi vardır. Eminim benim için de öyle düşünen arkadaşlarım mevcuttur.

İnsanın yapıcı vermeye değil de almaya daha müsaitmiş gibi geliyor. Gerçi bunu tüm canlılar için söyleyebiliriz. Canlının önceliği kendisidir. Amacı yaşamını devam ettirmek, vadesi dolacağı zamana kadar da genlerini bir sonraki kuşağa aktarmış olmaktır. Elbet insanın varlığının devamı genlerle olacak diye bir şey yoktur. Düşünsel anlamda da varlığını devam ettiren insanlar var. Misal kim Beethoven'ın öldüğünü söyleyebilir ki? "Ben"in çok önemli olduğunu, yok sayılmaması gerektiği bilimsel olarak kanıtlanmış gerçektir (eheheh). Ben'den çıkıp biz olduğumuz anlarında da dünyayı güzelliklerin beklediğini söylemek zor. Bakın savaşlara, diktatörlere... Hangisi "kendim için istiyorum" demiş ki? Hepsinin dilinde "biz" var. Yani pek de öyle ahım şahım bir şey değil bir olmamak, çok olmak...

Şimdi biraz daha küçültelim bakış açımızı. Bu bencillik ve kendimizi umursama konusunda en büyük problemlerden biri "değer" bence. Karşımızdakine verdiğimiz değer ve onun beklentileri arasında doğrusal bir bağlantı varsa ortada bir problem yok. (Elbette yüksek beklentilerde bu ilişki sapma gösterecektir doğrusallıktan.) Ne kadar ekmek o kadar köfte... Ancak gün gelir de verdiğimiz "değer"i yeniden gözden geçirince beklentileri karşılamak konusunda da kendimizi ister istemez modifiye etmek durumunda kalıyor ve normal şartlardan sapıp Le Chatalier prensibi devreye girince denge sağlanana kadar biraz dalgalı geçebiliyor zaman. Eğer yeniden denge kurulabilirse ne ala, yok kurulamazsa tepkime kendini yok eder, ortada bencil damgasını yemiş biriyle "hayat çok boktan ya, öküz oldu ortaklık bozuldu herhalde" diyen iki kişi kalır sadece...

Kediler ve Triton

06.06.2006'yı yaşadığımız (-ki benim o gün iki finalim vardı) bu zamanlarda tam da demek istediklerimin üstüne gelmiş bir soru Beter Pan'dan; sayın hocam, kedilerin azdıklarında çıkardıkları sesler ile rock'ta wah efektinin büyük rağbet görmesi arasında nasıl bir bağlantı vardır?

(Tabi buradaki hocam'dan beter pan kişisinin bir Ankaralı olduğu çok açık :)

Bir şeyin rağbet görmesini istiyorsanız onu yasaklayın efendim. Zamanında önce bir elmayla başlayan yasaklar silsilesi sonra 10 tane olmuş, akabinde Hamurabi yasaklara uymayanları "bu dünyada cezalarını ödemeleri için bir ön-ödeme sistemi geliştirmiş. Sonra zaten mülkiyet de iyice yerleşmiş, devletin amacı kişisel mülkü korumak olmuş... Tabi bunlar laf salatası, konuya geliyorum.

Bildiğiniz üzere kediler pek öyle sevilen hayvanlar değiller. Şeytan'ın hayvanı Keçi olmasına rağmen Şeytan'la daha çok özdeşleştirilmiş olan hayvan malumunuz kediler. Tabi bunlar hep hıristiyanlığın getirdiği şeyler. Eskiden (misal Eski Mısır'da) kediler kutsal hayvan olarak saygı ve değer görüyormuş, sonra Nasıralı biri düm dünyayı değiştirince kediler de bundan nasiplerini almışlar. (Bu noktada bir parantez açıp Mısırlıların kedilere yaklaşımlarının tamamen "duygusal olduğunu eklemeliyim. Zira bir tarım toplumu olan Mısır hiçbir şeyden çekmemiştir kemirgenlerden. Racumin'in de bulunmasına çok olduğu için fare avı işini kediler yapıyormuş. Oldukça da verimlilermiş)

Şimdi kedilerin doğuştan suçlu olduklarını biliyoruz. Onlar Şeytan'ın yardımcıları. Elbette bir naneyle dünyaya gelecekler onlar. Onların birleşme yaşarken ki problemleri enteresan. Öncelikle önsevişmeye en çok ihtiyacı olan hayvan türü onlar. Bu yüzden insandan sonra sevişmek için çabalaması gereken hayvanlar listesinde bir numaraya yerleşiyorlar. İki taraf istediği zaman bile kolay olmuyor bu çünkü dişi kedinin gerçekten kızmış olması gerekiyor ki hedef açığa çıksın ve yumurta vurulabilsin. Yani anlayacağınız bu kediler biraz sadist. Tabi madem Çizmeli Kedi var niye Kamçılı Kedi olmasın değil mi? Ancak malesef kediler kamçı, kelepçe vs kullanamıyorlar. O yüzden Allah erkek kedilerin silahlarına bir modifikasyon yapmış. Erkeklik organlarının çevresi sert kıllarla kaplı ve bu kıllar çıkış istikametinin tersi yönünde ilerliyor. Yani maksimum sürtünme ve batma, acı verme söz konusu.

Şimdi de Triton'dan bahsedelim. Triton Poseidon'un türkücü çocuğudur. Denizkabuğundan yapılma bir çalgısı vardır. (Bu arada Poseidon'un yabasının hıristiyanlık tarafından nasıl Şeytan'ın simgelerinden biri haline getirildiğini hatırlayalım) Rock müzikteki (metal daha iyi aslında) wah efektleri triton denen zımbırtıyı çok kullanır. Triton 4 tam aralıktan oluşan sestir en kaba tabiriyle. (misal fa-si) İşte bakın ne yapmış adamlar. Kedilerin çıkardığı histerik tritonları kendi şarkılarında kullanmışlar. Millet de peynir ekmek gibi tüketmiş bunları. Pagan inançlarını kendi keyfiyetlerince kötülemişler. Şeytan aralığı demişler, kediler cadıdır demişler, demişler de demişler... Nabalım, ağzı olan konuşuyor. Benim gibi klavyesi olanın yazdığı gibi...

Haziran 01, 2006

El Çapkınlık Korelasyonu

Efenim Jove Hanım sormuşlar el büyüklüğü ile çapkınlık arasında bir korelasyon var mı diye.

Erkekler sadece kadınlarla değil kendileriyle de uğraşmak zorundalar soylarının devamı için. Rekabet filan bunlar hayatın gerçekleri...

O yüzden uzun boylu ve burunlu, büyük el ve ayaklı erkekler bir dedikodu çıkarmışlardır. Tek eliyle basketabol topunu tutabilen erkekler, leylek burunlu erkekler, 2 metrenin üstünde boyu olanlarlar, 50 numara ayakkabı giyen erkeklerin "şeyleri" büyük olurmuş. İşte Liszt de eli büyük olanlardan olduğu için bunu kullanıyormuş. Zaten çapkınlığa yakın altyapısı büyük ellerle perçinlenmiş...

Tabi aslında böyle bir şey yok. Yapılan bilimsel araştırmalar bunun bir uydurma olduğunu kanıtlamış. Allah vergisi bu şey paket program halinde gelmiyor. Yani allah sizi uzun boylu yaparken uzun pipili de yapmıyor. Tamamen rastgele dağıtılıyor. Zaten diğer türlü olsaydı herkes en az 2 metre olur, boyların standart sapması sıfıra yakınsardı zira kadınlar o erkekleri seçerdi değil mi? (Tabi siz modern insanlar bunu kabul etmeyeceksiniz ama gel de bunu taş devri kadınına anlat)

Neyse yani böyle bir şey yok diye bastıra bastıra söylemek istiyorum ve bunun benim 1.63 boyunda, 37 numara ayakkabı giyen, hentbol topunu tutmakta zorlanan ve Voldemort gibi burunsuz biri olmamla bir alakası yok.